Yönetim Olgusu Üzerine Bir Çalışma: Elitizm
A. Amaca Ulaşmak
Bir imparatorluk olan Osmanlı’da, Birleşik Krallık’ta ya da bir başkasında kralın yönetimi Tanrısal ya da Tanrısal olmayan bir güce bağlanmış ve yönetenler sınıfı olarak bir zümre, bir sınıf veya bir aile ve bu ailenin fertlerini—yani bir azınlığı ifade etmiş; günümüz ulus-devletlerinde demokratikleşme sonucunda milli iradeyi yansıtan seçilmiş seçkinler yaratılmıştır.
Tarih boyunca insanlar; topluluk olma, topluluk halinde tasarruf ve eylemlerde bulunma, kolektif bir yapı çerçevesi altında birleşme ihtiyacını hep duymuştur. Bununla birlikte birçok düşünür, siyasetin olduğu her noktada yönetenler ve yönetilenler olarak iki grubu tasvir etmekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Sonuç itibariyle yönetimin, halkın elinde ya da çoğunluğun elinde olması pratikte imkânsızdır. İşte bu bağlamda yönetim olgusunun taşıdığı veya yüklenen anlamı üzerine kafa yorup sistem dengelerinin belli bir nizam dâhiline alınmaktan geçtiğinin yadsınamaz bir gerçek olduğu karşımıza çıkmaktadır. Peki, yönetim; kaba tabiriyle, bir grubun başka bir grup üzerindeki egemenliği midir sadece?
Aslında yönetim; belirli gayelere ulaşmak ve bunları gerçekleştirmek adına en başta insan olmak üzere parasal kaynakları, araç-gereçleri, hammaddeleri ve zaman faktörünü etkin kullanmaya imkân sağlayacak kararlar alma ve bu kararları uygulatma sürecidir; hatta sanattır. Bir bilim olarak ortaya çıkması Sanayi Devrimi[1] ile birlikte 18. yy sonlarını bulmuştur. 1880-1930 arasındaki yıllar geleneksel(klasik) yaklaşım[2], 1930-1950 yılları davranışsal(neoklasik) yaklaşım[3], 1950-1970 modern yaklaşım[4] ve 1970 sonrası postmodern yaklaşım[5] olarak sınıflandırılmıştır. Yönetici[6] ise işleri bizzat yapan değil; yapılması gereken işleri planlayan(belirli bir amaç oluşturulması), organize eden, örgütleyen, koordine eden(insan, parasal kaynaklar, hammaddelerin ve diğer araç-gereçlerin zaman ile etkin kullanılması) ve yapılan işleri denetleyen kişi olarak düşünülmelidir. İşletmede yönetim diyeceğimiz bu tanımlamayı, insanın olduğu her yerde kullanmak mümkündür. Özünde belli bir amaca ulaşmak adına yapılan her türlü eylemin bütün argümanlarla desteklenmesi sürecini yansıtır. Devlet de bu şekildedir. Polis-devlet, derebeylik-feodalite, krallık, imparatorluk derken Fransız Devrimi ile artan milliyetçilik akımı sonrası ve I. Dünya Savaşı itibariyle imparatorlukların yerini alan ulus-devletlerin inşası hız kazanmıştır. Dünya siyasetindeki ülkeler, her ne kadar ulus-devlet olarak adlandırılsa da gelişen teknoloji ve ekonomik hareketlilikler ile birlikte sınırların ortadan kaybolduğu “şirket-devlet” modeline doğru evrimleşmeye devam etmektedir. Bu sebeple devlet yönetimlerinin işletmedeki bu betimlemeye uyarlandığı aşikârdır.
Siyasal anlamda yönetim; egemenliği elinde bulunduranlar tarafından şekillenir. Eğer hâkimiyet esas alınarak yönetimi elinde bulunduran bir kişi varsa monarşi; iyi ve erdemli kişilerin kurduğu bir yönetimse aristokrasi; çoğunluğun iyi yönetimini temel alan devlete gücünün halk tarafından verildiği yönetim olarak cumhuriyet; halkın sadece korkudan itaat ettiği, mevcut hukuk sistemine uymayarak ele geçirilen ve sınırsız yetkilerle donatılmışsa tiranlık-zorba yönetim; siyasal rejimin belli bir grubun elinde olan ve sadece kendi yararını gözeten bir yönetimse oligarşi; “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” fikri hâkim ve halkın halk tarafından yönetilmesi ise demokrasi olarak yönetime atıfta bulunulur.
B. Devlet, Yönetim ve Meşruiyet
“Erdem olmadan özgürlük; yurttaşlar olmadan da erdem olamaz; yurttaşlar yaratın, böylelikle ihtiyaç duyduğunuz her şeye sahip olursunuz; onlar olmadan, devlet yöneticilerinden aşağılara kadar, yalnızca değersiz kölelere sahip olursunuz.” Jean-Jacques Rousseau
“Platon birlikte yaşama zorunluluğunu, Aristoteles doğal bir oluşumu, Hobbes herkesin herkesle olan savaşını sona erdirmek için oluşunu, Hegel tözel irade olarak ahlaksal tini, Rousseau-Spinoza-Locke toplum sözleşmesinin sonucu, Schelling mutlak olanı, Cicero hukukun sonucu”[7] olarak devleti tanımlar. Devletin amacı; bütünlüğünü, bağımsızlığını ve devamlılığını sağlamak ve bütün kurumları ile her bireyin işbirliği içerisinde üzerilerine düşen hak, özgürlük, görev ve ödevlerini yaptırmaktır. Bu bağlamda, R. Lowie, işbirliği ve merkezi yönetimden yararlar elde eden halkın oluşturduğu kullanışlı bir dernek ifadesini kullanır. Devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan, hukuki, siyasi, ekonomik, sosyo—kültürel açıdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu bir yapı, bir düzendir. Diğer yandan, bir coğrafya üzerinde tarihi bağlarla birliktelik oluşturmuş toplumun üzerinde egemenlik haklarının kullanıldığı bireyler ve kurumlar üstü bir oluşum; halkın siyasi bir erk altında örgütlemiş temsilidir. Üniter, konfederasyon ya da federasyon şeklindedir. Üniter devlet(tekli), siyasi otoritenin tek merkezde toplandığı ve merkezi otoritenin tek bir anayasa ile sağlandığı bir yapıdır. Yasama organının karar aldığı tüm kanunlar yurt genelinde uygulama sahası bulur. Konfederasyonlar, bağımsız devletlerden oluşmakla birlikte her devletin egemenliklerini koruyarak ve diledikleri zaman ayrılabilme hakkı tanınan devlet yönetim şekli olmakla beraber günümüzde örneği kalmamıştır. Federasyon devletlerde ise ortak bir anayasa çatısında birleşilse de her federasyonun kendisine ait ayrı bir anayasa, yürütme ve yargı organı vardır. Üniter devlet ile bu noktada ayrılan federasyonlar, merkeziyetçi anlayışı yumuşatmıştır. Ancak bu hamle sert merkeziyetçi politikalardan ziyade daha yerele inerek yönetimin halka ulaşılabilirliği olarak adlandırılamaz mı?
Devlette yönetim egemenlik kavramı çerçevesinde şekillenir. Egemenlik, ülke içerisinde üstün irade—meşru güç; uluslararası arenada ise bağımsızlık tanımlamasına tabii tutulur. “Dar anlamıyla devletin, sınırları belirlenmiş toprakları üzerinde bir başka erkin güç kullanmaması anlamına gelen egemenlik, geniş anlamda devlet gücü, devlet otoritesi, kamu gücü gibi kavramlarla ifadesini bulan ve devletin, kamu ve özel yaşama müdahalesine onay veren bir anlayışı simgelemektedir”[8]. Bir devlete egemenlik, yurttaşlar ve uyruklar üzerinde en yüksek, en mutlak, en sürekli güçtür[9]. Bu devleti oluşturan “üç ayak”tan biridir ve yönetim burada şekillenir, meşruiyet burada başlar.
“Yurttaşlık bağı, çözülemez doğal bağın tek meşrulaştırıcısıdır: Hiçbir durumda çözülemeyen bağları gönüllü hale getirir, her durumda bütün insanların paylaştığı yazgıyı ortak ve karşılıklılığa duyarlı kılar. Yurttaşlık bağı, aslında, diğer bütün bağları düzenleyen ve yöneten tek bağdır; içinde diğer, daha kişisel ve özel toplumsal ilişkilerin serpilip gelişebileceği kamusal yapıyı yaratan bağdır.”[10]
Diğer iki unsur, ülke(kara parçası) ve ortak yaşama iradesine sahip ortak manevi değerleri taşıyan millettir. Siyaset biliminde meşruiyet, siyasal rejim ve ona hükmedenlerin yönetilenler tarafından tanınması, kabullenilmesi ve zorla değil rıza ile ortaya çıkma halidir. İnsanlar arasındaki eşitsizlik ve adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için “toplum sözleşmesini” ortaya atanlardan J. J. Rousseau, günümüz devlet yönetimlerini ve işlevsel bir demokrasi anlayışını işaret etmekte; ortak yasama gücünün sağlandığı meşruiyet zemininde halkın zenginlik kazanacağını ve olanaklar yakalayacağını söylemektedir. Kısacası insanlar ne bir başkasını satın alacak kadar zengin ne de kendini satacak kadar yoksul olmalıdır der. Devlet, egemenliğini kullanırken bireylerin ortak çıkarını düşünmeli ve ortak yaşanabilir alanlar oluşturmalıdır. Siyasi yönetimde bulunanlar, bütün her şeyi göz önünde bulundurarak meşruiyet zemininde “kendini haklılaştırma ve tasdik arayışına girişmiş”; bunu bir zorunluluk olarak görmüştür. “Bir devletin kuruluşunu, örgütlenişini, iktidarın el değiştirmesini ve bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen kurallar bütünü”[11] olan anayasa gücünü ve bağlayıcılığını halkın onayından alır. Haklılaştırma gerekçesinin de ortak iradenin yansıtıldığı anayasada ya da toplumsal bir değerde mevcut bulunmaması durumunda iktidarın uygulamalarının, eylemlerinin ve haliyle kendi varlığının meşruluğu ortadan kalkacaktır[12].
C. Elitizm ve Devlet Yönetimi
“Siyasal elit, “siyasal sınıf, içinde verili herhangi bir zamanda, birbirleriyle değişen ölçülerde işbirliği, rekabet ya da çatışma halinde olan, bir toplumdaki siyasal erki gerçekten kullanan bireylerden oluşan daha küçük bir kümedir.”[13]
Devlette yönetim denildiğinde ise onun bütünlüğünü, bağımsızlığını, bölünmezliğini ilelebet sağlamak amacı ile maddi-manevi her türlü değişkeni hesaba katan, bunları harmanlayan, bir bütünde toplayan siyasi erkin varlığı olmazsa olmazlardandır. Siyasi erk—yönetimi elinde tutanlar; toplumun isteklerini, moral-motivasyonunu yansıtan sadece bir kısmıdır. Yönetim işinin bir elit veya azınlık tarafından yapılması olan elitizm(seçkincilik), geçmişteki yönetim biçimlerinde olduğu gibi günümüz demokratik devlet yapılarında da mevcuttur. Nasıl ki bir imparatorluk olan Osmanlı’da, Birleşik Krallık’ta ya da bir başkasında kralın yönetimi Tanrısal ya da Tanrısal olmayan bir güce bağlanmış ve yönetenler sınıfı olarak bir zümre, bir sınıf veya bir aile ve bu ailenin fertlerini—yani bir azınlığı ifade etmişse; günümüzde demokratikleşme sonucunda milli iradeyi yansıtan seçilmiş “seçkin”ler yaratılmıştır. Dolayısıyla aristokratik ve oligarşik bir durum söz konusudur. Siyasi elitler arasındaki yönetimde bulunma arzusu neticesinde halk, bunlardan birisini seçer ve artık siyasal tercih yapma, karar alma ve politika oluşturma yetkisini bu gruba teslim eder; yurttaşlık vazifesini yerine getirir.
“Toplumsal eşitsizlikler, aslında, Yakın Çağa gelinceye kadar doğal karşılanmış, çoğunlukla göksel buyrukların veya doğal sebeplerin sonucu sayılmıştır.”[14]
Elitizmin ilk savunucularından olan Platon, ideal devleti betimlerken üç toplumsal sınıf olan üreticiler-koruyucular-yöneticileri masaya yatırır ve yönetenlerin akıllı, değerli, erdemli ve toplumla ilgili olmaları gerektiğini savunur. Hatta kralların filozof olması gerektiğini, böylece toplumun kaostan, anarşiden ve diğer bunalımlardan kurtuluşunun ancak bu yönetenler ile mümkün olacağına inanmaktadır. “Üretici ve koruyucular; toplumdaki bütün üretici güçleri, toplumun varlığını sürdürmek için ihtiyacı olan maddi ürün ve malların üretimi ve dağıtımı için çalışanlardır.”[15] Elitist teorilerin Marksizmdeki toplumsal sınıflar ve sınıf çatışmalarına karşı liberal kuramcılar tarafından sistemize edildiğini öne sürenlere göre “elit, yönetici sınıf, yönetenler, siyaset sınıfı” vb. kavramlara karşın yönetilenler veya yönetilen sınıf olarak toplumu iki sınıfa indirgerler. Mosca bunun evrensel bir gerçeklik olduğunu savunur; çünkü bu durum her toplum ve siyasal rejim için geçerlidir. Mosca’ya göre yönetici sınıf sayısal anlamda azınlık teşkil etse de siyasal sistemi ve erki elinde bulundurur. Kaynakların dağıtımında ve paylaşılmasında—yani kaynaklar üzerinde tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Ayrıca elitler, yönetici olma durumlarını somutlaştırmada ve meşrulaştırmada siyasal argümanlarını (değişik ideolojiler, mitler ve değerleri) kullanmaktadırlar. Yönetilenler, sayısal üstünlüğü ellerinde bulundurmasına rağmen elitlerin gözetiminde ve denetimlerindedir; normatif kurallara uymak ve bu kuralları uygulamaktadırlar. Yani örgütlenemeyen yönetilenlerin, zaman içerisinde kabul görmüş örgütlü ve güçlerini birleştirmiş bir azınlık tarafından yönetileceği apaçık ortadadır. Ancak A. Preto, “Elitlerin Yükselişi ve Düşüşü”nde yönetimi, belli zaman aralıklarında bir elitten diğer elite geçişi ve aristokrasilerin mezarlığı olarak tanımlar. Bir nevi kısır döngüdür. Aynı zamanda toplumda siyasal ve sosyal işleyişte bir üst tabaka, bir elit sınıfının varlığı yadsınamaz der ve bu elit kesimde bulunanlar kendi faaliyet alanlarında en yüksek veriye ve bu veriyi kullanabilme kabiliyetine sahip olduğuna inanır. Toplumsal barışın ve huzurun ancak bu elitlerin dolaşımıyla olacağı bir gerçektir. Sonuç itibariyle bu döngüye katılan elitlerin herhangi bir “kan, soy, aile vb.” değil de bireysel nitelikleriyle yönetimde bulunarak topluma faydalı olacaklarından toplumun alt katmanlarının da bu döngüyü besleyeceğini belirtmiştir. Yani yönetilenlerin de edindikleri donanımlarla elit olabileceği, bir elit adayı olduğu görüşündedir. Bu noktada Preto’nun elit anlayışı yetenekli, donanımlı, eğitimli bireylerin yönetimi icra etmesi; zamanla ve sırasıyla elitlerin yönetime yükseleceği ve yönetimden düşeceği fikrini desteklemektedir.
Robert Michels’e göre demokrasi örgütlenmeyi, örgüt yapılarının da doğası gereği oligarşik bir yapıyı beraberinde getirir. Aslında demokratik yollarla yönetime geçenlerin bir şekilde kendisi ve kendisine yakın olan grubun menfaatine çalışacak şekilde örgütlenir ve elit bir kesim ortaya çıkarır. Ayrıca Michels, bütün bunların destekleyicisi olarak “yurttaşların büyük çoğunluğunun siyasal konularla ilgilenmediği, kişinin refahı ve toplumun refahı arasındaki ilişkiyi göremediği ve kendi başına hareket kabiliyeti olmayan kitlelerin yönetilmeye gereksinim duyduğunu belirtmektedir. “Oligarşinin Tunç Yasası[16]” düşünüldüğünde demokratik kitle örgütlerinin eninde sonunda oligarşi tarafından yönetileceğini öngörmektedir. Uzun soluklu liderler tarafından yönetilen örgütlerde oligarşi daha da kuvvetlenecek; lider, demokratik araçlardan sapacak ve halkıyla paylaşmayacağı bilgilerle birlikte tüm iktidarı eline alacaktır. Halktaki bilgisizlik sonucu halkın lidere olan itaati artar, halk da hak ve özgürlüklerini gözardı eder. Lider herhangi bir tehlike anında saldırganlaşır ve halkın demokratik haklarını feda etmekten çekinmez.
“Çağdaş seçkinci kuramların en önemli özelliğinin, seçkinlerin doğal üstünlükleri düşüncesinin terk edilmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Yönetici azınlığın varlığının bir gerçek olduğu, ama onların yönetilenlere karşı sorumlu olmaları ve gerektiğinde görevden uzaklaştırılabilmeleri koşuluyla, bunun demokrasiyle çelişmediği savunulmaktadır. Demokratik bir toplumsal düzende, seçkinler arasına girebilmenin toplumun her kesimine açık olması gerektiği vurgulanmaktadır. Tek bir yönetici sınıfın mı bulunduğu, yoksa çok sayıda seçkin gruplarının varlığından mı söz edilebileceği tartışılmaktadır (Kışlalı, 2010: 333). Modern elitizm teorisyenleri genel olarak muhafazakâr değil, radikaldirler. Elitler tarafından yönetimin gayri âdil ve gayri demokratik olduğunu haykırırlar (Roskin ve ark. 2013: 127).”[17] Modern elitizm savunucularından olan C. Wright Mills Amerika Birleşik Devletleri’nde elit kesimini (Capital, Pentagon ve Wall Street), üst kademe yöneticiler, askeri liderler ve büyük şirketlerin yöneticileri olarak sınıflandırır. Bu gruplar kazan-kazan[18] politikası izleyerek belli noktalarda tavizler verir, uzlaşı noktasında ilerler ve iktidarı paylaşırlar. Günümüz ulus-devletlerde yönetimdeki elitlerin sosyo—ekonomik, siyasi ve askeri kararları bu grupların aldığını; yönetilen sınıfın ise yasalara uyarak karşılık verdiğini görmekteyiz.
Sonuç
Hangi yönetim şekli olursa olsun, toplumlar yöneten ve yönetilen olarak ikiye ayrılır. İnsanoğlu doğası gereği kendisine kimlik belirleme ile beraber bir yapı içerisinde bulunma ve bu yapıya aidiyet duygusu besleme noktasında kolektiflik kazanmıştır. Toplumsal olarak maddi—manevi ortak normlar ve değerler üzerinde diğer bireylerle bir birliktelik kurmuştur. Elbette toplumsal yaşamada belli başlı kuralların olması; bu kuralları meydana getirecek, uygulatacak bir yönetici sınıfı ve bir de uygulayacak yönetilen sınıfını beraberinde getirmektedir. Günümüz dünyasında küreselleşme, teknolojik ve bilimsel gelişmeler sonucunda belirsizleşen sınırlar arkasında bulunan bireyler demokratikleşme adımlarının ardından ülke yönetiminde daha fazla söz sahibi olduğuna inanmaktadır. Ancak elitist yaklaşımların bütün çağlarda hâkim olduğunu görmekteyiz. Gerçekte ve pratikte çoğunluğun yönetimi söz konusu değildir. Temsili, doğrudan, yarı doğrudan demokrasi olsun yönetimde bulunanlar bir azınlıktan ibarettir. Özü itibariyle yönetim kavramı da çoğunluğun, azınlık tarafından yönlendirilmesi anlamına gelmekte ve hayatın her köşesinde karşımıza çıkmaktadır. Elitizm kuramcılarının çıkış noktası olan toplumsal zorunluluktan dolayı yöneten—yönetilen ayrımı yerinde bir tespittir. Fakat yönetilenlerin keyfi ya da belli bir grubun yararını gözeten kararlar alma, bütün maddi-manevi kaynakları kullanarak uygulama ve uygulatmasının yine bu elitlerin örgütlendiği yapılar tarafından değil; örgütlenmiş halkça denetlenmesi de gerekmektedir. Mamafih Yasama ve yürütmeyi elinde bulunduran siyasi erkin, bağımsız yargı ve örgütlenmiş eğitimli yönetilenler tarafından denetlenebilirliğinin önünün açılması gerektiği kendiliğinden oluşacak bir durumdur. Daha örgütlü çoğunluğun toplumsal yararı gözeterek inşa edeceği yönetim, elitizmdeki eksiklikleri ortadan kaldıracaktır. Bu bağlamda yurttaşlık bağı ile bağlanan her birey; yöneten elitler kadar zeki, iyi, erdemli, eğitimli olmalıdır ki sadece halkın denetlendiği ve belli bir kalıp içine sokulduğu sistemde elitlerin de denetlenebilirliği, sorgulanabilirliği, yargılanabilirliği gerçekleşebilsin. Toplumsal refah ve yarar, bireysellik ve belli bir grubun faydalanabileceği kazançlardan üstün gelebilsin.
Dipnotlar ve Kaynakça
[1] Avrupa’da 18. ve 19. Yüzyıllardaki yeni buluşların etkisi ve özellikle buhar gücünün makinelere entegre edilmesi ile üretim alanında kullanılması sermaye birikiminde artış sağlamıştır. İlk olarak Birleşik Krallık’ta ortaya çıkan bu akım, Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’ya nihayetinde bütün dünyaya yayılmıştır. Öncesinde artan nüfus ile beraber toplumsal göç hareketleri(köyden kente doğru nüfusun aktarımı sonucunda sanayide istihdam edilecek işçi sınıfı), sömürgecilik ve koloniciliği(sömürgelerden elde edilen ganimetleri), taşıma ve teknolojideki gelişmeleri dikkate almak gerekmektedir. Sömürgelerden elde edilen hammaddelerin işlenmesi, büyük bir Pazar arayışı neticesini doğurmuştur. Bu sayede sermaye birikimi artarken yeni yatırım alanlarına yönelme ve neticesinde 18.-19. Yüzyıllara damgasını vuran Sanayi Devrimi gerçekleşmiş; günümüzdeki sektörel bazda ilerleyişi filizlendirmiştir.
[2] Klasik yaklaşım, kar ve verimlilik esastır. Merkeziyetçidir; belli bir emir—komuta zinciri vardır. Frederick W. Taylor, bir işi yapacak kişinin ehli olmasını yoksa verimin düşeceğini ve işleyişin bozulacağına inanmaktadır. Henri Fayol’un F. W. Taylor’dan ayıran düşünce; işçinin psikolojisini de değerlendirmesi hatta günümüz yönetim fonksiyonları olan planlama, örgütleme, yönetme, koordine etme ve denetleme faaliyetlerini, yani bu yönetim sürecini de hesaba katmasıdır.
[3] 1929 Büyük Buhran’dan sonra işletmelerin başarısız olması neticesinde klasik yaklaşımın yetersiz kaldığını göstermiştir. Ana fikirde, insan faktörü ele alınmıştır. İnsanı tanımak ve anlamak, onun beceri ve potansiyelinden en üst seviyede faydalanmak, organizasyon amaçlarını gerçekleştirmek adına çalışanları motive etme yollarını aramak olmuştur. Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal koşulların insan davranışlarının incelenmesine ve ilişkilerine önem verilmesini geciktirmiştir. (Neoklasik Yönetim Teorileri, Prof. Dr. İsmail DALAY, http://ismaildalay.blogspot.com/2013/11/neoklasik-davranssal-yonetim-teorileri.html)
[4] Klasik ve Neoklasik Yaklaşımların aksine Modern Yaklaşım, yönetimsel boyutta örgütü çevresiyle etkileşim içinde olan bir Açık Sistem olarak ele alır. Davranışsal, sayısal ve sistem yaklaşımına dayanır. Durumsallık ve sistem yaklaşımı ön plana çıkar. Örgüt birbirine bağlı alt sistemlerden oluşur ve çevresiyle girdi-çıktı ilişkisi içinde açık bir sistem olarak tasarlanır. Örgüt, bir bütün olarak ele alınır.
[5] Modern yaklaşıma yönelik bir eleştirinin ürünüdür. Yönetimsel boyutta, postmodern yaklaşım uzun vadede karlılık, esnek üretim, çalışanı yatırım olarak görme, iç ve dış müşteriye odaklı, işbirliği, farklılık, çokseslilik, eşit ücret, takım halinde güdülenme, yerinde kontrol, bürokrasi karşıtı, bilgi dağıtımı, öz disiplin, herkesi eğitme gibi özellikleriyle insanı merkeze alır.
[6] Yönetim Nedir?, Prof. Dr. Dilek Ekici, http://www.dilekekici.com/bilgi/yonetim-nedir/
[7] Franz Oppenheimer, Devlet, Phoenix Yay, s.29
[8] C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 5, Sayı 1, EGEMENLİK KAVRAMININ TARİHSEL GELİŞİMİ PERSPEKTİFİNDEN İKTİDARIN SINIRLANDIRILMASI TARTIŞMASI; Yrd. Doç. Dr. Halil İbrahim AYDINLI (Cumhuriyet Üniversitesi İ.İ.B.F. Kamu Yönetim); Arş. Gör. Veysel AYHAN (Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler)
[9] Jean BODİN’in egemenliğe yüklediği anlam. Ayrıca yönetimsel boyutta devletin yönetim şeklinin mutlak monarşi olması gerektiğini savunur.
[10] Barber, B. (1995), Güçlü Demokrasi, Yeni Bir Çağ İçin Katılımcı Siyaset, Çev: Mehmet Beşikçi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
[11] Anayasa Hukuku, Erdoğan TEZİÇ, İstanbul, Beta, 1996, s.134.
[12] Siyasi İktidarın Meşruiyet Arayışı: Medya Sosyal Gruplar ve Kamuoyunu Etkileyen Faktörler, Emel POYRAZ-Kadir DEMİRKOL, UHİVE Dergisi, http://www.uhedergisi.com/dergi//siyasi-iktidarin-mesruiyet-arayisi-medya-sosyal-gruplar-ve-kamuoyunu-etkileyen-faktorler201701.pdf
[13] Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Tom Bottomore, syf.16-17, 1997
[14] BİR KLASİK ELİTİZM ELEŞTİRİSİ VE YENİ BİR ELİTİZM MODELİ ÖNERİSİ: “GÜÇLÜ DEMOKRATİK ELİTİZM MODELİ”, İhsan KURTBAŞ, http://www.turkishstudies.net/Makaleler/2053683424_17KurtbasIhsan-sos-385-412.pdf
[15] Arslan, 2006, s. 409
[16] Siyasi Partiler, Robert Michels, 1911
[17] BİR KLASİK ELİTİZM ELEŞTİRİSİ VE YENİ BİR ELİTİZM MODELİ ÖNERİSİ: “GÜÇLÜ DEMOKRATİK ELİTİZM MODELİ”, İhsan KURTBAŞ, http://www.turkishstudies.net/Makaleler/2053683424_17KurtbasIhsan-sos-385-412.pdf
[18] Kazan-kazan ilkesi: Dengede tutulması gereken her iki koşulun en fazla karşılanacağı oyun teorisidir.