TÜRKİYE’DE MANEVİ BUHRAN- DİN VE LAİKLİK İNCELEMESİ
SEFA KALKAN1
ÖZET
Bu çalışmada, 1964 yılında Prof. Dr. Osman Turan tarafından yazılan Türkiye’de Manevi Buhran- Din ve Laiklik adlı kitabın incelemesi yapılmaktadır. Yazar, kitabında 1937 yılında Türk insanının hayatına giren laik devlet anlayışının, öncesi ve sonrası olmak üzere hangi sebeplerle ve hangi koşullar altında Türkiye topraklarına ve Türk devlet sistemine girdiğini irdelemektedir. Bu konuda öncelikle bir toplumda olması gereken dengeler üzerine dünyadaki var olmuş ve de yok olmuş medeniyetler üzerinden din ve maddi ilimler ile bağlantı kurarak bir genel perspektif çizip , daha sonra Türklerin Müslümanlığa girişi ile devam edip nihayetinde yeni kurulan Türk devletinde yeni bir medeniyete girmek noktasında laikliğin nasıl bir fonksiyon üstlendiğini göstermiştir. Bu metin ise tüm bunları olanca gücüyle inceleyip yazarın düşünceleri etrafında bir derleme sunmaya çalışmaktadır.
Anahtar Kelimeler: laiklik, medeniyet, bilim, din, denge, İslam, Türkler, batılılaşma
ABSTRACT
In this work, there has been done an analysis about the book called “ Türkiye’ de Manevi Buhran-Laiklik ve Din” written by Prof.Dr. Osman Turan in 1964. Writer has examined the entrance of the secularism to Turkish people life, Turkish lands and Turkish state system and happened its under which conditions and reasons with the before and after.In this phase, he has showed that how secularism took on a function in new Turkish state while adapting a new civilization and then continued with the entrance to Islam of Turks and finally drew a general perspective about necessary balances in a society above on civilizations which have been existed or terminated. So this study has tried to present an examination depending on the writer’s thoughts.
Key Words: secularism, civilization, science, religion, balance, Islam, Turks, westernization
1.GİRİŞ
Yazara göre, tarih boyunca medeniyetin gelişimi madde ve ruh dengesi ile beraber olmuştur. Madde ’den kasıt ilim, materyalist hevesler para , altın vs. gibi dünyevi şeyler iken, ruh ise insan maneviyatına seslenen bir araç olarak dindir. Yazarın çatışmacı yazılarının temelini oluşturan ise bu madde ve ruh dengesinin zaman zaman bozulması ve sonucunda toplumda yeni şeyler meydana getirmesidir.
Yazara göre , insanoğlu Allah’ın varlığını kanıtlamak için maddeyi araştırmayı kendisine hedef edinmiştir. Ancak dinin kurumlarının ve din adamlarının bu tür araştırmaları dine aykırı bulması ve cezalandırması toplumsal gelişimi olumsuz etkilemiştir. Örneğin, kilisenin bilim adamlarını aforoz edebileceği gibi bir tehdit , Avrupa toplumlarını gelişmekten uzaklaştırırken dinin toplumsal hayattaki baskısını arttırıyordu Hristiyanlık dünyasında.
Öte yandan ileriki dönemlerde yaşanacak Rönesans hareketleri ile Avrupa dini bağnazlığı kırıp toplumsal olarak gelişmeye başlayacak ve dinden uzaklaşarak yeni bir medeniyet kuracaktı. İşte bu noktada yazar, dinden aşırı derecede uzaklaşmanın da, dini mefhumlara skolastik bir biçimde yaklaşmanın da toplumu bozacağını en sonunda ise manevi buhran yaratıp toplumu yıkacağını söylüyor.
Bu iki argümanı şu şekilde örneklendiriyor:
1.Durum için, yunan-roma medeniyetleri ve İslam medeniyetinin parladığı ama söndükleri dönemler anımsatılıyor. Zira bu dönemde ilime daha fazla önem verilip dinden uzaklaşılan bir toplum yapısı hakim olduğunu belirtiyor.
2.Durum için ise; dinin aşırı baskıcı olduğu Avrupa’nın ortaçağdaki kilise dönemi, haçlı seferleri ve İslam’ın yükselip söndükten sonra Osmanlı’ya kadar ki olan dönemi söylüyor.
Özetle bu bağlamda, dini değerler ve ilmi değerler bir denge içerisinde götürülmezler ise toplumların felaketlerine yol açtığı söylenmiştir. Bunun yanında yalnızca ilim ile Tanrı’yı bulmayı çalışanların en sonunda yalnızca “madde” ’nin sırrına kadar erişip kalacağını gerisi için yalnızca dinin devreye gireceğini söylüyor. İşte bu noktada toplumun daha yaşanabilir olması için , insanların “muhakkak bir din” e ihtiyaç duyacağını söylüyor. Ki Kant’ın bu konuda söylediği şu söze vurgu yapıyor:
«Tanrı olmasa bile beşeriyet onu kendi saadeti için kabule mahkumdur.»
2.MEDENİYETİN MÜŞTEREK KADERİ
Yazar bu bölümde, din ve madde dengesinin bozulması konusunda çokça örnek vererek , medeniyetlerin ortak bir yok oluş kaderini ortaya çıkartıyor.
Özetle diyor ki: medeniyetler din ve madde dengesini sağlayarak gelişmelidir. Madde açısından refah yükseldiği zamanlarda, dini yaşam bakımdan gevşeklik oluşuyor. Aksi durumda ise dünyevi her şeyden vazgeçip yalnızca dine yüklenildiği zaman da insanoğlu fosilleşmeye başlıyor.
Örneğin, Yunan-Roma medeniyeti son dönemde, materyalist hastalığa kapılmıştı. Hayat zevk ,eğlence, şehvet, içki, ahlaksızlık, çıplak kadın, fuhuş gibi şeylerden ibaretti. Devrin ilim adamları da bu durumu öven bir durum içindeydi. Bundan sonra bu medeniyet manevi buhrandan yıkılıp putperestliğe kayınca Hristiyanlık gelip onları bu sefer dindarlaştırıyor, bir süre sonra ise aşırıya kaçıyor.. Bu kez de ilimden çok çok geride kalıyorlar. Zira bu dönemde İslam dünyasının parlak bir izlenim çizmesi, bilim alanında ilerlemesi sonunda Avrupa Rönesans’ına katkı yapacak ve onu tetikleyecekti ancak Avrupa bu süre zarfında fosilleşme içinde bulunacaktı.
Yazar nihayetinde dengenin bozulması hususunda aynı şeyi, Türkiye ‘nin kuruluşundan sonra Batılılaşmak amacıyla İslam’dan uzaklaşma çalışma ve çabaları için söyleyecek ve laikliğin bu misyonu yerine getirmek için koyulduğuna vurgu yapacaktır.
3.DİN
Yazar bu konuda öncelikle Türklerin İslam’a girişi ile başlar. Ona göre Türkler İslam’a girdikten sonra İranlıların ve Arapların aksine kendi milli kültürlerini tutamamışlardır. Çok çabuk bu kültürlerinden uzaklaşıp İslam’ın Araplarca katkıda bulunulan kültürüne kendilerini adapte etmeye çalışmışlardır. Hatta yazar şöyle bir ciddi eleştiri getirir bu konuda:
Türkler İslam’a geçerken ,Alevi olgusunun üstünü örtmeye ,görmezden gelmeye kalkmışlardır. Bu Alevi adı altında toplanan Türkler, İslam’a geçerken Türklükten gelen milli kültürlerini korumak isterler ancak Şamani duygularından vazgeçmeleri için onlara birtakım Türk münevverleri karşı çıkar ve zorla İslam’ın yeni kültürünü benimsetmeye kalkar bunun sonucunda ise ilmen ve kültüren bir eksiklik doğar.
Velhasıl kelam Türkler bir şekilde İslam’a geçtikten sonra kısa zaman içinde ona hükmetmeye ve onu 5 asır gibi bir süre en parlak medeniyet yaparlar. Lakin ilerisinde tartışacağı gibi İslam medeniyetinin çöküşünden sonra yükselen Avrupa medeniyetine girişimiz ve hükmetme noktasındaki başarımız aynı olmayacaktır. Tek farkla , yine yeni bir medeniyete girerken milli kültürümüzden taviz vereceğiz. Öte yandan bu durumun esas sebebini ise en çok aydın münevverlere ve devlet yöneticilerine yükleyecektir.
Bizim Avrupa’ya yaklaşmamız noktasında en kuvvetli etki aslında ziya Gökalp’in olmuştur. Onun ortaya koymuş olduğu 3 türlü siyaset anlayışı yani Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılılaşmak yeni medeniyete girişimizin temeli olmuştur. Ancak uygulamada cumhuriyet inkılaplarının yaptığı ve de bunu uygulayan yöneticiler ve münevverlerin fikri, Avrupa’nın gelişmişliğini süratle yurda getirme hedefi için İslam’dan uzaklaşmak hatta kültürden kopmak idi. Bu sebeple, yazar Kur’an’ın ve Ezan ’ın Türkçe olarak okutulmasını böyle görmektedir. Avrupalılaşmak için İslam’dan ve yerli kültürümüzden vazgeçmeyi intihar olarak görüyor. Avrupa’nın yaptıklarını taklit etmenin , ilmini ve milli kültürlerini nasıl kullandıklarını öğrenmek yerine, yalnızca kılık kıyafetini ,yaşam tarzını almanın bize bir faydasının yanında aksine zararı olduğunu söylemektedir. Tabii ki bu Avrupalılaşma olgusu yalnızca bize özgü bir sorun değil. Suudiler ’in Avrupa’dan tamamen korkarak hiçbir şey almazken bizim gibi ülkeler ise yine korkarak her şeylerini taklit edip almışlardır. Bunun sonucunda başta bahsedilen madde- ruh dengesinin bozulması durumu ortaya çıkmıştır yazara göre. Yazar eğer Avrupa’yı şeklen taklit etmek yerine ilmine ve modern kurumlarına ilgi gösterseydik bugün daha ileri bir seviyede olacağımızı da ekliyor.
4.LAİKLİK
Yazar bu bölüm öncesinde verdiği din-madde dengesi örnekleri ile, Türklerin İslam’a ve Avrupa medeniyetine girişle milli kültür ve manevi değerlerinden uzaklaşması durumlarıyla ilgili yaşananları aslında laikliğe bağlamak için vermiştir.
Yazara göre din çok önemli bir olgudur toplumsal hayatta. Ne yeni bir dini benimsediğinizde ne de yeni bir medeniyetin içerisine girdiğinizde milli kültürünüzü dine kurban etmemelisiniz ya da yeni bir medeniyet için dininizden feragat etmemelisiniz.
Peki kim Avrupalı olacağım diye dininden vazgeçer ki? İşte bu soruyu sordurtan yazarın argümanı özetle şu şekilde:
Biz Türkler Avrupa medeniyetinin bir öznesi olmak ve kendi güvenliğimizi garanti altına almak, bir an önce Batılılaşmak için Avrupa’yı taklit etmeye başladık. Onlarda gördüğümüz ne var ne yoksa kendi kültürümüzü ve dini yaşamımızı düşünmeden bunları benimsedik. Mesela harf inkılabı, mesela kılık kıyafet kanunu mesela şapka kanunu. İşte yazar verilen tüm bu örnekleri Batılılaşmak için yapılan değişiklikler olarak görmektedir. Laikliği de bu çerçeve de görüyor.
Esasen Avrupa’daki dini eğitim ve laiklik ile Türkiye’dekini karşılaştırıyor. Diyor ki: Fransa’da laiklik olmasına rağmen dini dersler kilisede veriliyor ve devlet buraları destekliyor maddi olarak. Yine İngiltere’de eğer aile isterse okulda din dersi veriliyor istemezse din dersi yok, ya da mahkemelerde tam anlamıyla vicdan özgürlüğüne gidilip hangi dinin üyesi olduğuna bakılmaksızın herkes vicdanı üzerine yemin ediyor yada kendi kutsal kitabı üzerine diyor.
Bizdeki duruma gelince dini eğitimin komünistler, Bolşevikler gibi yaptırılmamak üzere olduğunu söylüyor. Yani dini derslerin hiç olmayışından. İmam- hatip okullarının kapatılmasından bahsediyor yazar. Yazar bunun sistematik olarak öğrencilerin ve toplumun dindar olmaması için yapılan bir çalışma olduğunu düşünüyor. Dini cemaat ve toplulukları kurmanın üye olmanın yasak olmasının, ya da ilahiyat fakültelerinin olmayışının, olanlarının da içinde İslam hukuku okutulmayışının, dekanlarının ise İslami anlayış ve yeterlilikten çok uzak oluşunu vs. alt alta koyunca dindar olmanın zaten halk tarafından istenebilecek bir şey olamayacağını söylüyor.
Bunun yanı sıra Avrupa’da laik olma isteğinin aslında bizdeki ile aynı duygularla ortaya çıkmadığını söylüyor. Avrupa da laiklik temelde dindar ile dinsizler arasında olan savaşlar ve mezhep savaşları gibi sebeplerden ortaya çıkıyor. Sonunda oradaki insanlar kişinin dini kimliğine bakılmadan eşit koşullar altında muamele görmek istediklerinden dolayı böyle bir hususu gerek gördüler diyor. İşte bunun yani, ifade ,din ve vicdan hürriyetinin, kilisenin devletin işlerine karışmamasının gerçek LAİKLİK olduğunu söylüyor.
Bizim bu noktada bir benzerliğimizin olmadığını söylüyor. Çünkü bizde herhangi bir mezhep kavgası yoktu diyor. Bu yüzden getirilen laikliğin hem Avrupa’daki gibi olmadığını hem de keyfi sebeplerle ortaya konulduğunu özetle belirtiyor.
Yazara göre, Türkiye’de laiklik, dini, hayati şart ve zaruretler icabı doğmamıştır. Umum, bu yüzden bu kavrama yabancı idi. Bazı milletvekilleri, «laik olduk ama layık olamadık» diyormuş örneğin.
Anayasada da devlet laik olsa dahi, devletin dini siyaseti ilgilendiriyordu. Laiklik ilkesinin kabulünden sonra devlet, din ile ilişkisini kesmemişti çünkü. Diyanet kurularak, din kontrol altında tutulmaya çalışılmıştı. Bunun yanı sıra kontrol altına alınan din, eskisi gibi önemli bir mefhum halinden uzaklaştırılmıştı.
Bu yüzdendir ki yazar, halkın, laikliği din düşmanlığı olarak gördüğünü iletiyor. Dini konularda siyasetin yaptığı kontrol ve Avrupalılaşmak için dinin gücünü kırma gayreti halkta ters tepiyor diyor.
Bunun yanı sıra Türkiye’nin süratle çok çok gerisinde kaldığı Avrupa‘ yı yakalamak için yenilenme hareketlerine girişi, onun modern ilim ve teknik bilgisini almaktan ziyade şekli görünüşünü alarak olmuştur. Çünkü yazar, Avrupa’yı yakalamak için o bilim ve tekniğe ulaşmanın en az 20 sene alacağını söylüyor. Böyle uzun yıllar bekleme sabrı olmayan yöneticiler ve münevverlerin, kısa yola girerek Avrupa’yı şeklen taklit edince her şeyin düzeleceğini sandıklarını söylüyor. En kısa sürede Avrupalı olmak için de laiklik şartı önemli sayılmıştı. Lakin son tahlilde şunu belirtmek gerekir, yazar laikliğin olmasını, kalmasını tasvip ediyor yalnızca doğru bir şekilde uygulanması şartıyla. Onun istediği Avrupa’nınki gibi bir laiklik yani vicdan hürriyeti, her türlü dinin özgür olabilmesi ve o dinin gereklerinin özgürce yapılabilmesi. Örneğin, tarikat ve cemaatlerin kurulması için özgürlük istiyor. Gerçek laiklik ile bunun sağlanabileceğini düşünüyor. Yazara göre bizdeki mevcut laiklik yeteri kadar eşitlikçi, özgürlükçü ve vicdani değil. Örneğin hafta sonu tatilinin cumadan alınıp, Cumartesi ve Pazar yapılmasına karşıdır. Musevilerin Cumartesi, Hristiyanların Pazar gününü rahatça dini değerlerine bırakmasını lakin Müslümanların Cuma günü çalışmak zorunda olmalarını laikliğe aykırı buluyor. Çünkü onun laiklik anlayışına göre bu İslam dinini yaşamaya engel bir durum. Öteki taraftan kültürümüze de aykırı bir durum. Ya da bir dönem hacca gidilmesinin yasak edilmesini aynı şekilde laikliğe aykırı görür. Son olarak İstanbul’un İslami kimliğinin korunması noktasında laiklik üzerinden getirdiği bir eleştiri var yazarın. Şu şekilde:
Ona göre eğer, yüzyıllarca İslam’ın kültür merkezi olmuş ve İslam’a ait motifleri taşıyan bu şehrin, kültür mirasına sahip çıksa idik, Doğu’nun manevi liderliği bizde kalıp, onlara siyasi ve kültürel tesir edebilirmişiz. Hatta zengin Arap münevverlerini İslam dünyasının merkezine çekerek büyük meblağlarda döviz zengini de olabilirmişiz.
5.SONUÇ
Yazarın kitabın genelinde vermek istediği mesajı ifade eden 14 maddelik yorumu ve önerisi özetle şu şekildedir:
1-)Avrupa’da laiklik, din ve mezhep savaşından doğmuştur ve fikir ve vicdan hürriyetine önem veren bir hal almıştır.
2-) Türkiye’de laiklik, dini çatışmalardan ziyade, keyfilikten ve Batılılaşmaktan doğmuştur.
3-) Türkiye’nin Avrupa’dan geri kalmasının sorumlusu cahil halk değil, yetersiz aydın ve yazarlar yüzündendir.
4-)Laiklik , Avrupalılaşma hareketine karşı olan tepkileri kırmak için getirilmiştir.
5-)Bu yüzden laiklik, din ve vicdan hürriyetine ters bir hal alıp , insan hakkı ihlali yapmıştır.
6-)Din karşıtlığı tutum, dini direnişi kıramamış bunun yanı sıra dinsiz komünistleri ve solcuların sayısını arttırmıştır.
7-)Dinin sarsılması, ne ilim ve tekniği geliştirmiş ne de kültür ve maneviyatta ilerleme sağlamıştır.
8-)Milli birlik sarsılmış, Türk gençliği sağ-sol diye ikiye ayrılmıştır.
9-)Ahlak çökmüş, maddiyat artmış ve polisiye olaylar artmıştır.
10-)Milli gurur kırılmış, aşağılık duygusu artmış, doğuda manevi nüfuzu, batıda da itibarımız sarsılmıştır.
11-)Ahlaki buhranın olması, ekonomik kalkınmaya engel olmuştur.
12-)Din karşıtlığı ,demokrasiyi kösteklemiştir.
13-)Toplumsal bölünmeyi toparlamanın tek yolu, vicdan hürriyetini esas anlamı ile tatbik etmektir.
14-)Din dersleri, ilahiyat fakülteleri ve diyanet reform edilmeli.
Bütün bu maddeler ile yazar Avrupa medeniyetini, Türklerin bu medeniyete giriş çabaları için yaptıklarını ve laikliği anlatmıştır. Laiklik ile istenen başarının sağlanamadığını çünkü doğru bir şekilde uygulanamadığını ve sonuç olarak Türk insanının laikliği din düşmanlığı olarak gördüğünü özetliyor. Avrupa gibi ilerleyebilmek için ise milli mefkurenin sacayaklarını oluşturan gerekli 3 önemli hususu vurguluyor:
1- Bilim ve teknik
2- Din ve dini eğitim
3- Milli kültür
Eğer bu 3 husus başarılı bir şekilde gerçekleştirilirse en sonunda Türklerin ileri medeniyetlerden olacağını düşünüyor.
6.KAYNAKÇA
Turan, Osman, Türkiye’de Manevi Buhran – Din ve Laiklik, Ötüken Yayınları, İstanbul 2018