( Bu çalışma Türkiye’de Tek Parti İktidarı Ve Dönemin Siyasal Kültürü adlı makalenin 1.kısmından oluşmaktadır.)
Giriş ve Tarihsel Süreçlere Bir Bakış
Türkiye’de değişim, Batının gelişmişlik seviyesine ulaşabilmek amacıyla gerçekleştirilen siyasi, sosyal ve kültürel hareketleri ifade etmektedir. Osmanlı tarihi içinde “teceddüt”, “ıslahat” ve “Tanzimat” olarak adlandırılan yenileşme hareketleri Osmanlı Devletinin son yıllarında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında “muasırlaşma”, “muasır medeniyet seviyesine ulaşma”, Tek Parti İktidarı döneminde de “inkılâp” terimleriyle ifade edilmişti[1].Bu kavramların siyasal iktidarın değişim anlayışını, usulünü ve şiddetini yansıtma gibi bir özelliği vardır. Örneğin, Osmanlı’da ıslahat dediğimizde devletin yetersiz olduğunu düşündüğü alanlarda yapmış olduğu ideolojik özellik göstermeyen teknik ve hukuki yenilikler anlaşılır. Aynı şekilde muasırlaşma deyimiyle de teknik, rasyonel ve ilk bakışta manevi bir anlamı olmayan, ilerlemeyi ve değişmeyi, çağa ayak uydurmayı öngören hareketler anlaşılır. İnkılâp deyimi ise var olan sosyal veya siyasal dokunun tamamıyla farklı bir başka doku ile yer değiştirmesini anlatır. Modernleşme sürecimizde yapılan yeniliklerin inkılâp veya devrim gibi köktenci kavramlarla karşılanabilmesi, aynı zamanda da inkılâp sözcüğünün siyasal iktidar tarafından bilinçli şekilde kullanılması Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonraki döneme rastlar. Cumhuriyet Halk Fırkasının siyasi iktidarı elinde tuttuğu bu devreye Tek Parti Dönemi adı verilmektedir. Tek Parti Dönemi yalnızca siyasal rejim değişikliği veya siyasi iktidar değişmesi gibi kısa süreli ve geçici bir süreci ifade etmez. Bu dönem iktidarın toplumsal dönüşümü bizzat yönlendirdiği, yeni bir siyasal rejimin yanında yeni bir hayat tarzının ve buna bağlı olarak yeni kimliklerin de inşa edildiği otoriter ve ideolojik bir süreçtir. Tek Parti ideolojisi iktidarda bulunduğu döneme mahsus kalmamış, Cumhuriyetten sonraki siyasal kültürümüzün de harcı olmuştur. Mete Tunçay’ın tabiriyle CHP’nin tarihi, Cumhuriyetin genel siyasal tarihinden ayrılamaz[2].
Gerek Osmanlı Devletinde, gerekse Cumhuriyet döneminde siyasi iktidarın tabana yayılmadığı, halkla bütünleşmediği bilinen bir gerçektir. Osmanlı Devletinde söz sahipleri genellikle saray ve çevresiydi. Her ne kadar padişah yönetimde mutlak otorite sahibi olmasa da “iktidarı” sorgulama özgürlüğüne sahip olan, sivil muhalefeti temsil eden güçlü siyasi örgütler yoktu. Bu yüzden muhalefet olgusu kurumsal değildi ve sarayın kendi iç bünyesi ile ilgili bir meseleydi. Bir Osmanlı bürokratının saray içinde kalmak şartıyla padişaha karşı gelmesine mani olacak kadar baskıcı mekanizma yoktu veya şeyhülislamlık makamı padişahın tasarruflarının meşruiyetini sorgulayabiliyordu. Ancak aynı görevlilerin siyasi bir örgüt oluşturup muhalefetini halk tabanına yayması gibi bir durum söz konusu bile olamazdı. Siyasal alana hâkim olan bu düzen, 19. yüzyıldan itibaren modernleşme süreci içinde ortaya çıkan muhalefet olgusuyla birlikte aşınmaya başlamıştı. Bölgesel nüfuz sahibi kişilerin padişah tarafından bir güç olarak tanındığı Senedi-i İttifak (1808), belli bir süre sonra da anayasal parlamenter rejim talebini dile getiren aydınların basın yoluyla muhalefet olgusunu güçlendirmesi Osmanlı yönetim sisteminin artık eskisi gibi olmayacağının işaretiydi. 1876’da Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesiyle birlikte doğan anayasal parlamenter rejim kısa bir süre sonra askıya alınmış, 1908’de İttihat ve Terakki Partisi’nin baskıları sonucu Meşrutiyet tekrar ilan edilmiş ve bir daha parlamenter düzenden dönülmemiştir. Ancak anayasal parlamenter rejimin varlığına rağmen yönetimin tabana yayılmadığı da görülmektedir. Bunun anlamı seçkinci yönetim geleneğinin Meşrutiyete rağmen varlığını sürdürdüğüdür. Bu seçkinci gelenek saltanatın kaldırılmasına ve Cumhuriyetin ilan edilmesine rağmen ortadan kalkmamış, adeta siyasal bir gelenekmiş gibi Cumhuriyet dönemine de intikal etmiştir.
İkinci Mahmut döneminden itibaren ıslah edilen ve fen bilimlerine açılan eğitim kurumlarında yetişen asker ve sivil bürokratların oluşturduğu yeni seçkin sınıf, aynı geleneğin bir uzantısı olarak Cumhuriyet döneminde de yönetimde etkili olmuştur. Asker ve sivil bürokratların, tüccarların oluşturduğu Tek Parti iktidarı “ilerlemenin ve çağa ayak uydurmanın” daha radikal politikalarla gerçekleşebileceğine inanmışlardır. Yalnızca rejim değişikliğinin yeterli olmayacağına inanan bu yeni seçkin sınıf, bütün toplumsal yapıyı yeni baştan inşa edecek olan inkılâplara yönelmişlerdir. Asker ve sivil bürokratların, kısmen de eşrafın oluşturduğu CHP iktidarı toplumsal dönüşümü tasarlayan, uygulayan ve koruma altına alan politikaların tek uygulayıcısı olmuştur. Bir başka ifade ile halk iradesi yerine seçkinlerin halkı terbiye etme ve toplumu dönüştürme ideolojisi devam etmiştir. İnkılâplarla birlikte günlük hayatın sınırlarına dâhil edilen modernleşme projesi sivil muhalefetin doğmasına da fırsat tanımamıştır. Cumhuriyet döneminde de muhalefet hoş karşılanmamış, zaman zaman rejim tehlikesi veya karşı devrim hareketi olarak algılanmıştır. Böylece seçkinci gelenek kendi modernleşme anlayışını tamamıyla gerçekleştirebileceği siyasal zemini oluşturmuştur. Sosyolog Ali Yaşar Sarı Bay Tek Parti iktidarının seçkinci tutumunu, “Halka dayandırılmak istenen egemenlik anlayışı devlet seçkinlerinin tanımladığı kesimlere inhisar ettirilmiş, bu da siyaseti dar bir çevrenin işi haline getirmiştir”[3] sözleriyle ifade etmektedir. İşte Tek Parti iktidarı bu dar seçkin çevreyi ifade etmektedir. Sina Akşın’ın deyimiyle CHP, yönetenler sınıfının partisidir[4].Tek Parti iktidarı da Osmanlı siyaset geleneğinden devralınan seçkinci geleneğin bir devamıdır. Farkı radikal modernleşme siyasetini benimsemiş sınıfların proje partisi olmasındadır.
Tek Parti Döneminde siyasi iktidar Cumhuriyet Halk Partisi’nin tekelindedir. CHP kuruluşundan (11 Eylül 1923) 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimleri Demokrat Parti’nin kazanmasına kadarki süreçte egemen parti konumunda kalmıştır. Klasik anlamda bir siyasal partiden çok devrimci karakteri ağır basan CHP, ideolojik niteliğinden dolayı Türk siyasal kültürünü derinden etkilemiştir.
Kurtuluş Savaşında silahlı mücadelenin örgütlenmesini ve zaferin kazanılmasını başarıyla sağlayan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Halk Fırkasına dönüştürülmesiyle ortaya çıkan CHP, ilerleyen zamanda devlet partisi olmuş, nihayetinde de devletle ve milletle özdeşleştirilmiştir[5]. CHP, 1945 yılında çok partili siyasal hayata müsaade edilmesine kadarki zaman zarfında Tek Parti olma niteliğinden iki defa sıyrılmış, iki defa sivil muhalefetle karşılaşmıştır. Bu muhalefet denemeleri Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) ve güdümlü muhalefet örneği olarak bilinen Serbest Cumhuriyet Fırkasıdır. (1930). Her iki partinin de kısa bir süre sonra kapatılması Tek Parti Döneminde hâkim olan siyasal kültürü anlamak açısından önemlidir.
1930’ların ortalarına doğru Tek Parti iktidarının ülke üzerindeki egemenliği CHP tüzüklerine de yansıtılmış, hükümetle partinin ayrılmaz parçalar olduğunu düzenleyen madde ilan edilmiştir: “Parti, kendi bağrından doğan hükümet örgütü ile kendi örgütünü birbirini tamamlayan bir birlik tanır.” İsmet İnönü’nün 1 Haziran 1936 günlü genelgesiyle İçişleri Bakanı parti genel sekreteri, illerin valileri de parti il başkanı yapılmıştır. Böylelikle parti ve devlet iç içe geçmiş, siyasi iktidar aynı şeyi ifade eden parti-devletinin tekeline tabi kılınmıştır. 13 Şubat 1937 tarihinde CHP ilkelerinin (6 Ok) anayasaya girmesiyle birlikte de parti-devlet bütünleşmesi en yüksek seviyeye çıkarılmıştır.
Mustafa Kemal’in ölümünden sonra “Milli Şef Dönemi” (1938-1945) olarak adlandırılan süreç başlamıştır. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı ve CHP genel başkanlığı görevini yürüttüğü bu dönemin ilk yıllarında siyasette değişen pek bir şey olduğu söylenemez. CHP çatısı dışında politika üretebilmek, muhalefette bulunmak yine mümkün olmamıştır. 26 Aralık 1938 tarihinde gerçekleştirilen CHP tüzük değişikliğiyle “partinin değişmez Genel Başkanı” ilan edilen İsmet İnönü siyasette doğrudan etkili ir role sahipti. İsmet İnönü’nün Milli Şef olduğu bu dönemde Türkiye’nin siyasi durumunu CHP’nin şu sloganı özetlemekteydi: “Tek Parti, tek millet, tek lider.”
Milli Şef döneminde siyasal kültürün “şefe itaat etme, şefin göstermiş olduğu yoldan ilerleme” gibi antidemokratik ilkeler tarafından kuşatılmıştır. Bu dönemde CHP propagandalarıyla “Milli Şef’e itaat etmenin bir vatandaşlık borcu olarak sunulduğu, ilerlemenin ve ulusal bütünlüğün tek şartının şefin göstermiş olduğu yolda ilerlemek olduğu, milli şefin bütün ulusu temsil eden insanüstü bir karakter taşıdığı vurgulanmak istenmiştir. Bu siyasetin yine CHP’nin tekelinde olduğunu, siyasi iktidarın ise Milli Şef’in kutsallaştırılmış karakterinde toplandığını göstermektedir.
Kaynakça
[1] Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul, 1992, s. 149.
[2] Mete Tuncay, “Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1950)”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983, s. 2019
[3] Ali Yaşar Sarı Bay, Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam, İletişim Yayınları, İstanbul, 1995, s. 180.
[4] Sina Akşin, “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Siyasal, Toplumsal ve İdeolojik Kökenleri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, İstanbul, 1983, s. 2037.
[5] Mete Tuncay, “Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1950)”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983, s. 2019