Toplumsal Hareketler: Bir Model Olarak Arap Baharı
A. GİRİŞ
Bu makale ilk olarak “Akademik Analiz Online Dergisi”nin Mart-2012 tarihli 1. yıl, 2. sayısında yayınlanmıştır. Günümüz Arap dünyasında yaşanan gelişmeler, toplumsal hareketler üzerinden yorumlanmıştır.[1]
Toplumsal hareketler, en bariz tanımı itibariyle, bir grup insanın ortak bir amaç etrafında uzun ya da kısa vadede bir araya gelerek kolektif eylem ve kimlik oluşturma çabalarının bütünüdür. Hak ve özgürlüklerin kazanılması, sürdürülmesi ve daha iyi şekle kavuşturulması bağlamında düşünüldüğünde, Fransız Ağacın, liberal dallarının dünya uluslarına aşı niteliğinde sunulması özellikle 19. yy’da demokrasinin kurumsallaşmaya başladığı bir dönem itibariyle toplumsal hareketlerin politikayı ve demokrasiyi yoğun olarak etkilemesinin önünü açmıştır. Toplumsal hareket, bir ses duyurma işidir aslında. Birey, kendi hak ve özgürlüklerini korumada yeterli olmadığını hissettiğinde kolektif bir yapıya girer çoğu zaman. Bu yapıya girişiyle birlikte yeni bir hava karşılar onu, sessiz kalan çığlıkları önce bu yapının sınırsız duvarlarında yankılanır ve daha sonra büyük bir çanak olur bireyin gözünde “olması gerekenleri” duyurmak ve gerçekleştirmek için… Parantez açmak gerekirse son yargı, “Sivil Toplum ile İktidar” arasındaki çıkar çatışmalarının giderilmesi gayesiyle “Ortak Eylem”e varış çizgisidir. Bu bakımdan toplumsal hareketler, söz ve güç sahibi olmaktır: gücü elinde bulunduranların, var olma sebepleri olan toplumun sesine kulak vermesi sonucu mümkün kılınacakları bir kalemde anlatır.
Bu yazında ise Arap Dünyası’nı, Aralık 2010 tarihi itibariyle kuşatan ve 2011 yılı boyunca “baharın” popüler kültürde yer edinen; diğer bir anlatım ile Sivil Toplum’un kemikleşmiş iktidara[2] ve bu iktidarların sahip olup halkın sahip olamadıkları haklara karşı çıkışın birer simgesidir. Haklar konusunda parantezi açarsak, başta işsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü, usulsüzlükler, kötü yaşam koşulları vb nedenleri sıralamak bir zorunluluktur. Mamafih, bu baharın daha iyi anlaşılabilmesi için Arap ülkelerinin sosyo-ekonomik ve politik yaşantısını bilmek durumundayız. Yani bugünü anlamak için geçmişte yolculuk etmek ve neticesinde neden—sonuç ilişkisini kurarak sağlam zemin üstüne binamızı inşa etmeliyiz. Aksi takdirde etüt çalışması olmadan geleceğe olumlu manada yön vermek imkânsızlaşır. Diğer taraftan “olaylar”dan çok “olgular”a değinilecektir. Kısacası şu tarihte, şu ülkede çıkan ayaklanmalar değil; bu kolektif yapının iktidara karşı gelişindeki sebepsel süreçler ile bu zaman diliminin sonuçsal verilerini bir araya getirerek başta Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler literatürünün çizdiği yolda ilerlenecek ve haliyle liberal eğitimin bizlere sunduğu gereçlerle yazını temellendirme, güçlendirme amacı doğrultusunda hareket edilecektir.
B. Arap Baharına Giriş
Arap Dünyası, büyük bir medeniyete sahip olmasına rağmen 1789 Fransız Devrimi sonrası süreci değerlendirememiş, küreselleşme ve milenyum çağına adapte olmakta zorlanmıştır. Bu durumu toplumsal, ekonomik ve siyasi bakımlardan irdelemek aşikârdır. Yüzyıllardır devam eden kabilecilik anlayışı demokratik düzlemin oluşmasına engel olmuş ya da demokratik araçlara sahip olsalar bile aktif ve verimli kullanmaktan yoksun olarak eski siyasi kimliklerine ket vurmaktan öteye geçememişlerdir. Günümüzde halen çoğu Arap ülkesinde otokrat yönetim[3] sürerken buna bağlı olarak halk köle zihniyetini değiştirememiştir. Diğer yandan bu rejim söz konusu değilken bile ülkelerin başlarında devrimle veya seçimle başa geçmiş olan liderlerin, zamanında kullandıkları karizmatik[4] özellikleri bu süre zarfında halkı bir nevi istibdat dönemine sokmuş; bireyler, hak ve özgürlüklerini savunamaz hale gelmişlerdir. Bu liderin misyonu ne olursa olsun halk, ona ve düşüncelerine sıkı sıkıya bağlı ve inanç sistemlerinde yer vermiştir. Fakat Arap Baharı’na neden olan liderlerin gözden kaçırmaması gereken tek ayrıntı, halkı maddi—manevi bunalıma sokmayan bir yönetim sergilemek olmalıydı. Sivil Toplum’un güçlenmesi bu yasaklayıcı mantaliteye karşı, refah düzeyinin toplumu sınıflara ayrıştırması ve bu sınıflar arasındaki refah uçurumunun hat safhada olması sonucu, güçlenmesi içten bile değildi. Nasıl ki, ülke yönetimini elinde bulunduran elit tabakanın kazançlarının (yurtiçi ve yurtdışındaki taşınır—taşınmaz malların) küçük bir yüzdelik dilimini, diğer bireylerin ömürleri boyunca elde edecekleri gelire karşılık geleceği ispatlanmıştır. İşin ilginç tarafı OPEC olarak adlandırılan yapıdaki bazı Arap ülkelerinde kaynakların dağıtımı konusunda eşitsizliğin görülmemesi yok denecek kadar azdır.
Arap Baharı; Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen’de büyük çapta etkiler göstermiştir. Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas’ta ise daha küçük ölçekte kalmıştır. Bütün Arap Dünyasında baş gösteren mitingler, protestolar ve halk ayaklanmaları ile siyasi gücün aldığı askeri önlemler neticesinde dökülen kanlar 18 Aralık 2010’dan bugüne hem Türkiye hem de dünya medyasında gündem oluşturmuştur. Domino Etkisi’nin[5] ilk taşı olan Tunus’ta Mohamed Bouazizi adlı vatandaşın sokakta kendisini yakmasıyla ateşlenen hayat pahalılığı şikayetleri ayaklanma olarak vuku bulmuştur. Yasemin Devrimi[6] olarak adlandırılan bu süreç sonunda 1987-2011 Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali ile 1989-2011 yılları arasında kısa süreli Cumhurbaşkanlığı, 12 yıllık Başbakanlık ve 10 yıl kadar da hükümette çeşitli görevler üstlenmiş olan Muhammed Gannuşi ülkeyi terk etmişler; iktidar partisi ve politik polis dağıtılmıştır. Ayrıca siyasi suçluların salıverilmesi sağlanarak ifade özgürlüğü bağlamında büyük bir adım atılmıştır. İlk kıvılcım olması bakımından Yasemin Devrimi dikkat edilmesi gereken bir husustur. Diğer ülkelerde yarattığı domino etkisi yine aynı toplumsal eksiklikler ve eşitsizliklerden kaynaklanmaktadır. Birçok Arap ülkesinde gerçekleşmesinden dolayı Dünya Medyası bu olaya Arap Baharı (Arabian Spring) adı yakıştırılmıştır. Uluslararası İlişkilerci gözüyle baktığımızda, Prag Baharı(1968) ile özdeşleştirilmekte olup Arap Dünyasının liberalleşmesi, basının özgürleştirilmesi, tüketim maddelerine önem verilmesi ve daha demokratik çok partili hükümet kurulması gibi değişik ve önem arz eden düzenleme taleplerini içerir. Otokrat ve kemikleşmiş iktidarın cevap veremediği alanların çokluğu ve halkın ihtiyaç taleplerini karşılayamadığından dolayı bu sistemden sıkılmış olan halkın kolektif bir yapı çerçevesinde hareket etmesidir. Bahar ise güzel günleri çağrıştırdığı, doğanın canlanması ile hayatın da canlandığı inancına(bizdeki Nevruz gibi) dayandığı için isim tamlamasında kendisine yer edinmiştir. Sonuç itibariyle güzel olan her şey liberalizmde mevcuttur; ancak uygulamada bu güzelliği pek görememekteyiz.
İkinci ülke olarak Cezayir’de gerçekleşen büyük protestolar ve isyanlar sonucu 19 yıllık “olağanüstü hal”in kaldırılması sağlanmıştır. Bilindiği üzere olağanüstü haller neticesinde bir ülkede hayat durma noktasına gelir. Nasıl ki bir ülkeyi darbeler geriletiyorsa olağanüstü haller neticesinde oluşabilecek muhtemel rizikolar karşısında halkın eli kolu bağlı kalacak ve sadece yönetimden gelenlerle ya da gelmeyenlerle hayatını idame ettirecektir. Bu kadar uzun süreli bir olağanüstü halin maddi—manevi külfetini, hele bir de Fransız sömürgesi olup bir de aynı ülkece soykırıma tabi tutulmasını da eklersek Cezayir’de normal hayatın ne kadar zor olduğunu yaşamadığımız için tahmin edebiliriz. Ürdün’de ise Arap Baharı, Başbakan Ritai ve kabinesine Kral Abdullah Bin Abdül Aziz tarafından çizik çekilerek geçiştirildi. Sudan’da Başkan Bashir 2015 seçimlerine aday olmayacağını açıklarken Umman, Yemen ve Kuveyt’te hükümetlerde yenilemeye gidildi. Sınır komşumuz Suriye’de ülke çapındaki gösteriler ve devlet binalarına saldırılar sonucu Esad yönetimi çeşitli önlemler almak zorunda kaldı. Bunlardan ilki siyasi suçlular serbest bırakıldı, bölgesel valilerin görevine son verilirken bazı vekiller ve hükümetten istifalar ortaya çıktı. Ancak bu süre zarfında ölen Suriye vatandaşı sayısı 7,000’i geçmiş ve halen ara ara çatışmalar meydana gelmektedir. En ilginç ve cesur olanı ise Cubuti’de olanlar gibi gözüküyor: muhalif liderler tutuklandı ve uluslararası gözlemciler sınır dışı edilmiştir. Elbette buna İran’ı da eklemek lazım: muhalif liderlerin tutuklanması gerçekleştirilmiştir. Diğer taraftan Fas ve Bahreyn’de sırasıyla Kral Muhammet VI ve Kral Hamad İbn İsa Al Khalifa tarafından ekonomik imtiyazlar verildi. Ayrıca Fas’ta referandum kararlaştırıldı ve yolsuzlukları önlemek için adımlar atıldı. Bahreyn’de Kral Hamad, politik suçluların serbest bırakılmasını sağladı ve bazı başkanların görevine son verdi. Irak’ta Başbakan Maliki seçimlere aday olmayacağını açıkladı ve valiler ile yerel yöneticilerin istifaları bunu takip etti. Mısır’da ise ülke çapında protestolar, kamu alanlarının işgali, binaların yıkılması ve hapishane baskınları gibi mücbir sebeplerden dolayı Hüsnü Mübarek ve Ahmet Şefik istifa etti. Silahlı kuvvetler gücü eline aldı; parlamento dağıtılarak konsey askıya alındı. Devlet Güvenlik Soruşturma Servisi kapatıldı. Bunlarla birlikte iktidar partisi dağıtıldı. Devrilen hükümet kategorisine giren üç ülkeden sonuncusu olarak Libya’yı görmekteyiz. Fakat Libya’nın farklı bir şekilde analizi olmalıdır. Sonuçta Muammer Kaddafi yargılama sürecine dahi gitmeden muhaliflerce katledilmiştir. Muhalifler tarafından ülke yönetimi ele geçirmiş, Geçici Ulusal Konsey[7] kurulmuş ve bu süre zarfında NATO tarafından düzenlenen operasyonların da yardımı 25,000’den fazla kişi ölmüştür. Arap Baharı’nın 13. Cuma’sıdır.
C. Arap Baharı: Bir Liberalizasyon Öyküsü
“Özgür bir toplumu özgür olmayan toplumdan ayıran, birincisinde, her bireyin tanınmış ve geniş bir alana, ikincisinde ise hükümet otoritesinin müdahale etmediği korunmuş bir saha (protected domain)’ya sahip olmasıdır.” (Friedrich August von Hayek)
İnsan hayatı boyunca belli arayışlar içinde olmuştur en iyiyi bulmak ve yaşamak için: çeşitli ideolojiler üretmiştir kendine… Bunların doğrultusunda “liberalizm” de kendine yer edinmiştir insan hayatında, diğerleri gibi. Kısaca tanımını yapmak gerekirse, liberalizm, temelinde özgürlüklerin yattığı bir ideolojidir ve bireyin, din, devlet ve kurumlarınca kısıtlanmaması için uğraş veren bir akımdır. Esasen, liberalizmde, düşüncenin serbest bir şekilde yer edinmesini, “özel teşebbüs” imkânı sağlayan “serbest ekonomi piyasası”nı destekleyen ve hukukun üstünlüğünün olduğu bir devlet modelini ve sonucunda toplumsal hayat düzenine giden yolun açılmış olacağına inanılır. Devlet modeli için en iyi rejim olarak “liberal demokrasi[8]” yi benimserken, açık ve adil bir seçim sistemi ile bütün bireylerin kanun önünde “eşit” olduğu ve “fırsat eşitliğinin” son derece gerekli kılınması gerekliliğinin savunulduğu bir modeldir. Mutlak monarşiye, veraset sistemine, devlet dini gibi “eski” teorilere ve bunların temelinde yatan her şeye şiddetle karşı çıkarken, tüm bireylerin yaşama ve mülkiyet hakkı ile özgürlüğünü kabul eder ve destekler. Ancak toplumsal refahın sağlanması için ufak da olsa kısıtlayıcı faktörlerin olması gerektiğini düşünerek “klasik” liberalizmden farklılığını ortaya çıkarmaktadır; ama bu kısıtlayıcılık bireyin üzerinde en aza indirgenerek yapılmalıdır.
Liberalizmin ögelerini düşündüğümüzde Arap Baharı’nın arkasında yatan gerçekleri görmek hiç de zor olmayacaktır. İnsanoğlu, ilk çağlardan bu yana içindeki egosunu yenememekte; küreselleşmeyle birlikte kendisini tatmin etmekten oldukça uzaklaşmaktadır. Bu duruma tezat biçimde refahını arttırmak için var gücüyle çalışmaktadır. Arap Baharı’nda da durum aslında insanların kendi egolarını tatmin etmek amacıyla eylemlerde bulunmasından başka bir şey değildir. Diğer taraftan liberalizmin öğeleri arasında ufak bir yolculuk yapmak konuyu daha iyi kavramak adına mühimdir. Birincisi “küçük devlet, büyük birey” sloganı etrafında toplanır. Ancak Arap ülkelerinde bu durum tam tersidir. Önemli olan devlettir; devletin çıkarlarıdır. Bir de bireyleri için kararlar alabilmekte, sonuçlarının sorgulanması men edilmiştir. Sonuç olarak devletin iyi—kötü ayrımı, karizmatik liderde olduğu gibi zaten bireylerin çıkarınadır. Devlet elinin her yere uzanması insanlar üzerinde olağanüstü olumsuz etkiler bırakacağı açıktır. Sonuçta devletin varoluş sebebi kendi özü değil; vatandaşlarıdır. Yani bireydir. Bireyin hem ulusal hem uluslar arası platformda kendi sesini duyurma ihtiyacı vardır. Bu ise ancak ve ancak demokrasi olgusunun yerleşmesiyle mümkündür. Arap Dünyası’nın ilk eksikliği rejimsel kaynaklıdır anlaşılacağı üzere. Otokrat sistemlerin zamanla despotluk, tiranlık ya da diktatörlüğe uzanması içten bile değildir. Mamafih, yöneten—yönetilen ilişkisinde çoğunluğun azınlık tarafından ezilmesi söz konusudur ve sistemde tartışmasız, mutlak bir sınırın varlığı bir noktada Hindistan’daki Kast Sistemi ile örtüşmektedir. Arap ülkelerinde ise hem kabilecilik anlayışı halen devam etmekte hem zengin—fakir arasındaki uçurum artmakta hem de orta sınıf olgusunun gelişim gösteremediği gözlemlenmektedir. Avrupa’nın gelişiminde çok önemli bir konuma sahip olan burjuva, diğer adıyla “orta sınıf”, ülke ekonomisinin kalkınmasına fayda sağlarken gelir dağılımındaki büyük farkların önüne olası istihdamlarla bir nebze de olsa set çekmektedir. Orta sınıf denildiğine göre, liberalizmdeki bir diğer nokta ise serbest ekonomi piyasasına değinmek gerekir. Serbest ekonomi piyasası, ekonomik faaliyetlerin tam rekabet ortamında serbestçe yapıldığı, eğer bir sorun varsa bu sorunun devlet tarafından değil de fiyat mekanizması tarafından çözümlenmesi gerektiğine inanırken, arz ve talebin temel belirleyici olması gerektiğine atıfta bulunur. Özel teşebbüs(girişim) özgürlüğü ise belirli mal ve hizmetlerin piyasaya arz edilmesi için gerekli nitelik ve nicelikteki araçların bir araya getirilmesi ve eşgüdümlü şekilde çalışmalarını sağlamaktır. Bu bağlamda, liberalizm, ekonomik özgürlük sonucu ekonomik refahın sağlanacağını düşünür. Tunus’ta ilk kıvılcımı çıkaran girişimci gencin ekonomik özgürlüğünün kısıtlanması zaten var olan ekonomik darboğaza diğerlerinin katılımını ve tüm Arap Dünyası’nı saran olaylar zincirini tetiklemiştir.
Bütün bunların yanında bireyi temel hak ve özgürlükleri olmadan düşünmek imkânsızdır. 1948 BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, liberalizmin özgürlük öğesine yaptığı vurgu neticesinde birey temelli hak ve özgürlüklerin inşası ve devamı açısından somut kurucu özelliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Kime sorulursa sorulsun özgürlük değişilmez bir kavramdır. Liberalizmi temellendiren ve liberalizmin en önemli öğesi olan özgürlük, dış etkenlerden bağımsız olma, dış etkenlerce engellenmeme ve hiçbir zaman için yönlendirilmeme( zorlama ile) olarak günlük dilde tanım olarak yer edinirken; sosyal ve toplumsal alan ile felsefi düzlemde daha karmaşık ve çok fazla tanıma sahiptir. Özgürlük; toplumsal, bireysel, irade, ifade, istenç ve düşünce özgürlükleri olarak dallanır, budaklanır… İnsan haklarını zor kullanarak ihlal eden iki temel unsur vardır: birey ve devlet. Bireyin başka birey tarafından “güç”e maruz kalmış olması kriminal bir olaydır. Devlet sınırlandırılmamış ve belli kurallara bağlanmamış ise insanın özgürlüğüne en büyük tehdittir. Devletin bireylerin özgürlüklerine kısıtlamalar getirmesi, en başta bireyin kendini ifade etmesine manidir. Bunun için bireyin özgür; başka bireyler ve devletçe müdahaleye maruz kalmayan özel bir alanı olmalı ve devlete bir sınırlama getirilmelidir. Bu noktada üçüncü unsurumuz olan “hukukun üstünlüğü”nü fark etmekteyiz. Liberalizm, hukukun üstünlüğünü temel hak ve özgürlüklere kol kanat germesi açısından benimser. Çünkü önemli olan özgürlüklerdir. Bunları yaparken de bağımsız yargı organlarının olması; yani devlet veya devletin diğer kurumlarınca bu yargı organlarının etkiye maruz bırakılmaması gerekir. Sonuç olarak, hukuk, sadece temel hak ve özgürlükleri korumakla kalmayıp onun sürekliliğini sağlayacaktır. Bu bakımdan Muammer Kaddafi’ye yargısız infaz yapılması da üzerinde ehemmiyetle durulması gereken bir husustur. Başkaca, Kaddafi’nin öldürülmesi muhaliflerin bu bahardaki amaçlarına ters düşmektedir.
Diğer unutulmaması gereken ise “ekonomi-politik” kavramıdır. Buna göre insanlar arasındaki üretim ilişkilerini: üretim araçlarının mülkiyet şekillerini, üretim içinde bulunan toplumsal grupların durumunu ve onlar arasında var olan ilişkileri, maddi malların üleşim biçimlerini incelerken üretimi ve insan toplumu için maddi malların üretim ve dağıtımını etkileyen yasaları gün ışığına çıkarır. Bu bağlamda ekonomi ve politika birbirinden ayrılmaz bir süreç dahilindedir. Uluslararası ilişkiler disiplininde siyaseti etkileyen en önemli faktör ekonomidir. İnsanoğlunun varoluşundan bu yana ekonomik ilişkiler bir takım yolların, daha doğrusu amaca ulaşmak için bir yöntem—politika izlemeyi zorunlu hale getirmiştir. Arap ülkelerinde çıkan protesto ve ayaklanmaların temelinde işsizlik, ekonomik bunalım(bir orta sınıfın oluşmaması nedeni ile zengin—fakir arasındaki uçurumun derinliği) ve buna bağlı olarak gelir dağılımındaki adaletsizlik, gıda enflasyonu, finansal kaynakların kötü yönetimi, siyasi rejimin bireyi ötelemesi, serbest girişimin engellenmesi, başta ifade olmak üzere özgürlüklerde kısıtlamalara gidilmesi aslında ekonomi politiğe atıfta bulunmaktadır. Sonuç olarak Arap Baharı’nın gerçek amacı bütün bu sıkıntıları aşmak için politikada demokrasi ilkelerini benimseyip insan haklarının savunuculuğunu üstlenmektir. Bu sebep ile halk içinden çıkmış, halk ile beraber ve halk için çalışan, anayasal iktidar düzenini benimsemiş bir sistemi istemesi siyasi iktidarın halka karşı sorumlu olmasını beraberinde getirmiştir. Diğer bir ifade ile Arap Baharı son yüzyılda yaşanmış liberalizasyon çalışmalarından birisi olarak karşımızdadır. II. Dünya Savaşı sonrasında komünist sistemlere, bu baharla beraber ise otokrat yönetimlere karşı bir savaşım veren liberalizm, bu ülkelere de yayılacaktır. Sistem, böyle devam ettikçe de son olacağa benzemiyor.
Kaynakça ve Dipnotlar
[1] Toplumsal Hareketler: Bir Model Olarak Arap Baharı, Soner ÖZÇELİK, Akademik Analiz Online Dergi, 1. yıl, 2. sayı, sayfa 10-17, Mart-2012, https://issuu.com/akademikanaliz/docs/akademik_analiz_dergisi_mart_2012
[2] Uluslararası İlişkiler literatürünün önemli noktalarından birisi olan Siyaset Bilimi’ne göre bu terim; başına aldığı bu sıfattan anlaşılacağı üzere yıllardır süregelen, yaklaşık olarak değişimden uzak, kendisini sistemin olmazsa olmazı şeklinde lanse eden ve kısaca “koltuk sevdası” olarak adlandırılan bir yapıyı işaret eder. Bireysel örnekler verilebileceği gibi ülkeyi yöneten diktatörlere kadar geniş bir halkayı düşünebiliriz. Mısır’ın Hüsnü Mübarek’i, Libya’nın Muammer Kaddafi’si, krallıkla yönetilen ülkelerin krallarının yanında Türkiye Siyasi Tarihi’nden yıllarıdır ülke yönetiminde kemikleşmiş kişileri(Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, Deniz Baykal) ve bunlardan ayrı bir noktada düşünülmesi gereken parti yapılanmalarını bu şemanın içerisine yerleştirebiliriz.
[3] Otokrasi: Anayasal sınırlamaları olmayan monorşik yönetim tarzı, Stalinist otokrasi örneğinde olduğu üzere, iktidarın sadece tek bir bireyde toplandığı rejim biçimi. Yönetici bütün siyasi yetkileri kendisinde toplar; monarşiden farkı ise miras yoluyla kalmamış, kişi tarafından ele geçirilmiş olmasıdır. Otokrat(buyurgan) rejimlerin temel özelliği, Demokrat(katılımcı) rejimlerin aksine yönetimlerim halk adına karar vermesi, iyi—doğru—güzelleri dayatması, buna karşın halkın sorunlarını çözümlemeyi de üstlenmektedir.
[4] Siyaset Bilimi’nde liderlerin özellerinden bahsedilirken karizma önemli bir yer tutar. Karizmatik Lider, durağan toplumsal yapı ile gelişen kültürel yapı arasındaki çatışmadan doğan uyumsuzluğu değiştiren, kendini tartışmasız kabul ettiren, topluma bir vizyonu zorla değil şüpheye mahal vermeyecek şekilde benimseten, kitleleri peşinden sürükleyebilecek zeka ve cesaret donanımına sahip kişidir. Liderin gerçekleştirmek istediği amacın iyi ya da kötü olması fark etmez: eğer karizmatik lider bu amacı savunuyorsa zaten amaç iyidir, toplum çıkarına hizmet eder. Elbette fikir babası, Max WEBER’i bu konuda unutmamak gerekir.
[5] Domino Etkisi: Uluslar arası İlişkiler Litaretüründe, herhangi bir olayın sıçrayarak başka olayları tetiklemesi şeklinde algılanabilir. Bir başka tanıma göre bu teori, domino taşlarının sırayla yanlarındaki taşları da devirmeleri esasına dayalı oyundan esinlenerek ABD’li siyasetçilerin Soğuk Savaş döneminde bir ülkenin komünist idare altına düşmesiyle komşu ülkelere de komünizmin yayılmasına sebebiyet vereceğini varsaymaktadır. Günümüzde bu tanım şekil değil değiştirmiştir. Şöyle ki, artık Yunanistan’daki ekonomik krizin AB ülkelerinde(halen varsayılmakta) ya da Tunus’taki bu hareketin diğer ülkelerde domino etkisi yaratacağı(–diğer Arap Ülkelerine bu olaylar silsilesi sıçramıştır) sıcak gündemi maddeleridir.
[6] 23 yıldır ülkeyi yöneten Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeden kaçmasıyla sonuçlanan Tunus’un birçok şehrinde gerçekleşen protesto ve ayaklanma durumunun genel adıdır. İşsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü ve kötü yaşam koşulları sonucu bunalan halka, meyve sebze satıcısı işsiz bir üniversite mezununun, satış arabasına polisin el koymasından sonra kendini ateşe vererek diğer bireylere bu yönde hareket etme ihtiyacı oluşturarak Yasemin Devrimi’nin bir simgesi halini almıştır.
[7] Geçici Ulusal Konsey ya da Ulusal Geçiş Konseyi; Libya’nın şu anki hükümetidir. 27 Şubat 2011’de Bingazi’de ilan edilmiş, 5 Mart’ta “Bütün Libya Tek Temsilcisi” olarak konsey kendisini gösteren bir bildiri yayınlamıştır. Devrimin siyasi kanadıdır ve muhaliflerce kurulmuştur. Bu bildiriden kısa bir süre sonra da konsey tarafından kurulan geçici hükümeti 100’den fazla ülke ve Birleşmiş Milletler tanımıştır.
[8]“Bugün evrensel düzeyde savunulan insan hak ve özgürlükleri ve çoğulcu demokrasi kavramlarının fikri ve felsefi temelleri liberal doktrinde yeşermiştir. Özetle, demokrasinin temeli liberalizmdir. Liberal ekonomik düzen (liberalizm) olmadan demokratik düzen (demokrasi) olmaz ve yaşayamaz.
Tarihteki tecrübeler göstermiştir ki, demokrasi adı verilen rejimlerin bir kısmı özgürlükçü değildirler. Marksist demokrasi bunun bir örneğidir. Marksist ya da sosyalist denilen rejim aslında demokratik ve özgürlükçü olmayan totaliter bir rejimdir. Yine tarihteki tecrübeler göstermiştir ki liberalizmi uygulamaya çalışan bazı ülkelerde demokratik bir rejim değil otokratik bir rejim söz konusu olabilmektedir. Singapur ve Güney Kore gibi ülkeler bu konuda örnek olarak gösterilebilir. Sonuç olarak bir kez daha belirtmekte yarar vardır: Demokrasi ve liberalizm birbirlerinin ayrılmaz parçalarıdır. Demokrasi bir siyasal yönetim şeklidir. Liberalizm ise bir ekonomik düzen modelidir. İyi bir toplumsal düzen için liberal piyasa ekonomisine dayalı demokratik bir yönetim gereklidir. Bunun adı kısaca ‘liberal demokrasi’dir. (Prof. Dr. C. Can Aktan)