Ruanda Özelinde Afrika: Kolektif Kimlik ve Çatışma[1]
“Kolektif kimlik, belirli bir alanda (territoire) kök salmış bir takım grupların (etnik toplulukların) diğer gruplardan farklarını ortaya koyma, vurgulama talebidir. Bir bireyin, kendilerini tanımak ve ilgileri, mekânları, sosyal ilişkileri grup halinde işlenebilen, yönetilen, doğrulanabilen bir grup oluşturmak için geliştirdikleri bir eğilimdir.”[2]
Ben MABROUK, 1992
A. Giriş
Dünyanın yetim, bakıma muhtaç ancak çözüm önerilerinin sorunların ortadan kaldırılmasındaki teğetliğine maruz kalan çocuğu… Yıllar yılı tarihsel ezilmişliğin ve yönlendirilmişliğin odak noktası zengin kıta! Bölünmüşlüğün; dengesiz gelir dağılımının ve açlık sınırının da altında kalmışlığın bir sunumu: Afrika.
Yüzyıllardır acı ve hüzünden öte gün yüzü görmemiş kendi gibi bahtı kara kıta Afrika; ne kıtasal bir bütünlük oluşturmuş ne siyasal bir bütünleşme aşamasına sahne olmuş ne ekonomik istikrarı yakalamış ne de sağlık sorunlarından kendini muaf tutabilmiştir. Yalnızca belli dönemlerde belli güçlerin egemenliği altına etnik ayrımcılıkla girerek kıtasal zenginliği dış dünyaya pazarlanmıştır. Bütün bunların yanında sürekli bir çatışma[3] içerisindedir. Çatışmaların sebepleri farklılık göstermekle birlikte Afrika kıtası için genel kanı siyah-siyah ayrımına dayalı etnisite sorunsalıdır. Elbette ki başka sebepler de göz önüne alınabilir.
B. Afrika’da Sömürgesizleştirme ve Dekolonizasyon
Dünya genelinde olduğu gibi bu coğrafyadaki çatışmalar da ötekileştirme[4], etnisite ve Batı-dışılık üçgeni çerçevesinde şekillenmiştir. Söz konusu Afrika olunca bu üçgenin ne kadar etkili olduğunu görebiliriz. Tarihsel açıdan baktığımızda kıtaya el atan Fenikeliler’den Makedonyalı Büyük İskender’e, Kartacalılar’dan Roma’ya, Emeviler’den Osmanlı’ya kadar geçen sürecin aksine coğrafi keşiflerle birlikte Portekiz, İspanya ve İngiltere olmak üzere Batılı ulus-devletler savaşların şekillendirdiği sonlarla kıtada hüküm sürmüştür. Kuzey Afrika’ya Fransız ve İtalyan bayrakları çekilirken Güney Afrika halklarınca İngilizce bilinir bir dil haline gelmiştir. Değişim coğrafi keşifler sonrası yaşanan sömürgeleştirme hareketleri dâhilinde Batılı güçlerin Afrika’daki siyasal egemenleri tasfiye ederek kendilerinin dizayn ettikleri “ulus-devlet”ler aracılığıyla, bu kez de ticaret yoluyla sömürgecilik siyaseti izlemeye başlamışlardır. Bu düşünceyle başlayan ancak dekolonizasyonla son bulan(!) süreçte kritik nokta, kurulan bu yeni Kara Afrika “ulus-devlet”lerinin sınırlarının belirlenmesi konusunda ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi Afrika, 20 civarında ana dil ve bir o kadar da ana etnik unsura; bunların yanı sıra yüzlerce yan dil ve binlerce kabile çeşitliliğine sahip. Batılı ulus-devletler dizayn edilen ulus-devletlerde en azından iki ana dilin ve iki ana etnik unsurun bu ulus-devletlerin sınırları içerisinde kalmasına özen göstermişlerdir. Böylece dilsel ve etnik zıtlaşmalar ya da uyumsuzluklar sömürgeci ülkenin her zaman üst belirleyici olarak kalmasını sağlayacaktır. İki komşu ülke Ruanda ve Burundi’nin örneği tipiktir. Ancak 1950lerde ortaya çıkan ve 1960larda süren Afrika milliyetçiliği rüzgârı Orta Afrika’da esmeye başlamıştı. Afrika sömürgecilere karşı başkaldırıyor ve sömürgesizleştirme[5] ya da sömürgeci ülkenin bir politikası olarak dekolonizasyon[6] açısından bağımsızlık ya da bağımsızlık(!)larını kazanıyorlardı. Dönemin konjektürü bakımından Afrika, SSCB’nin politik ve askeri desteği ile anti-sömürgeci kimlikle bağımsızlık mücadelesine girmiş ve birçok ülke bağımsızlıklarını 1960–1970 arasında kazanmıştır. Bunlardan bir tanesi de 1962’de dekolonizasyon politikasıyla bağımsızlığını kazanan Ruanda’dır.
C. Ruanda’ya Dair Hikayat
“Tıpkı bireylerin yaşamlarında olduğu gibi, toplum olarak adlandırdığımız kolektif varlığın yaşamında da güçlü dalgalanmalar vardır. Toplum yaşamındaki dalgalanmalar, fikir öncülerinden yayılarak yavaş yavaş ortaya çıkar. Her bir dalga, on yıllar süren uzun bir zaman içinde sona erer. Dalgalar ilk defa bir yükselişle başlar be çekildikten sonra bile onu izleyenler için bazı izler bırakır. Dalgalar, insanoğlunun düşüncesinde başlar, kamu politikalarına yayılır ve çoğunlukla kendi zıddını yaratır ve başka bir dalgaya yerini bırakır.”[7]
“Ruanda, Orta Afrika’da etrafı tamamen karayla ve sorunlu komşularla (Kongo, Uganda, Burundi ve Tanzanya) çevrili coğrafi olarak farklı özellikleri dar bir alana sığdırmış bir ülke; volkanik dağlar, göller, yağmur ormanları, geniş düzlükler, bataklıklar… Endüstriyel üretim neredeyse yok gibi bir şey, en büyük işveren tarım kesimi. Tarım da üretim daha çok kendi yetiştirdiğini yemekle sınırlı. Bunun dışında para kazandıkları ana ihraç ürünleri çay ve kahve. Ruanda şehirleri altyapı olarak son derece geri; su ve elektrik binaların çoğunda yok, kırsal alanda ise parmakla gösterilecek kadar az. Yapılaşma, bizdeki gecekondularla bile kıyaslanamayacak kadar düzensiz ve düşük kaliteli. Şehirlerdeki güzel denebilecek binalar genelde yardım kuruluşlarına ya da orduya ait -ki paranın nerede olduğunun en güzel göstergesi-. Şehirlerin dışına çıktığınızda üç şey sizi hemen çarpıyor; yeşillik, insan kalabalığı ve fakirlik! Ülke, Orta Afrika’da olduğu için bol yağış alıyor ve yüzde doksanı yeşil (tarım alanı ve ormanlık arazi). Ruanda, yüzölçümü olarak Türkiye’nin yaklaşık otuzda biri; nüfusu ise sekiz milyon civarında. Her an kendinizi bayram öncesi pazarda zannettirecek kadar kalabalık… Soykırım sonrası ülkede zaten kötü olan ekonomi iyice göçmüş, insanların yüzde altmışı fakirlik sınırının altında. Soykırımdan sonra bu ülke nasıl kendine gelsin ki? 94’teki soykırımda tam 1 milyon kişi 100 gün gibi kısa bir zamanda öldürülmüş. Soykırımdan dolayı, ülkenin eğitimli tabakası ya ölmüş ya da katil olmuş ve hapishanede. Bugün Ruanda’da ortalama yaşam süresi sadece 39! Bizim orta yaşlar dediğimiz yıllar bir Ruanda’lı için hayatının son yılları.”[8] diyor yazar Raunda gezisi yazısına başlarken. Ve belli ki ülkenin konumunu, siyasi ve ekonomik yapısını hatta sosyal statüsünü gözler önüne sererek ülkenin sınırlarını belirlemiştir.
C.1. Ruanda’nın Dekolonizasyonu ve Ruanda’da Yapay Etnisite Çerçevesinde Çatışma: 1994 Katliamı Süreci
Tarih sahnesinde özellikle içsel çatışmalarla ve de “94 katliamı[9]” ile isminden söz ettiren Raunda; Kenya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Uganda ile çevrelenmiş küçük bir Afrika ülkesi…
Önce 1880’lerde Doğu Afrika’da etkinliğini artıran Almanlar tarafından sömürge olmuş; I. Dünya Savaşı sonrası yenilen Almanlar’dan Milletler Cemiyetince alınan kararla “manda” statüsünde Belçika yönetimine bırakılmıştı. İşte sorun da tam bu noktadan sonra başlıyor: “Böl ve Yönet”[10] Batılı güçlerce uygulanan bir politika. Bu sebeple Ruanda siyasal hayatında Hutu ve Tutsi’ler arasında gelgitler yaşanmıştır. Foucault’nun da dediği gibi Yaklaşma-Yaklaşma çatışması üzerine kurulu bir ilişki söz konusu aralarında. Yani birbiriyle uyuşmayan iki amaca aynı anda çekim duyulması nedeniyle oluşan çatışma var ortada: Hutular gücün—yönetimin Tutsilere geçmesini istememekte, bağımsızlık öncesi kendilerinin ezilmişliğinin yaralarını sarmak istemekte ve bunun için var gücüyle çaba sarf etmekte; diğer yandan ise Tutsiler hem Hutuların yönetimde olmasından rahatsızlık duymakta hem de bağımsızlık öncesi ayrıcalıklarını almak istemektedirler.
Farklı bazı özelliklere sahip olmakla birlikte Bantu adlı dili konuşan, aynı “Tanrı-Kral”a itaat eden, birbirleriyle evlilikler yapan ve yüzyıllardır kader birliği ederek bir arada yaşayan insanların, dönemin antropolojik kabulleri doğrultusunda fiziki bazı görünümlerine, yaptıkları işe ve hatta sahip oldukları inek sayısına bakılarak Hutu ve Tutsi olmak üzere yeni kimliklerine kavuşturulmaları ülkenin makûs kaderine doğru atılan ilk adımı oluşturmuştur. Zira bu ayrım kâğıt üstünde kalmamış ve etkisini ülke dâhilindeki kolonyal politikalarda göstermiştir. Hutular ve Tutsiler bu tarihten sonra sömürgecilerin yönlendirmeleri doğrultusunda artık “kendi kimlikleri”ne sahip çıkarak ve diğerini ötekileştirerek yaşamaya başlamışlardır. Bu ihtilaf, sömürge yönetiminin işini kolaylaştırmakla kalmamış, Ruanda’nın tarihinde esaslı bir kırılma noktası olarak cereyan etmiştir. Zira toplu bir şekilde Hıristiyanlaştırılmakla birlikte hayatın her kademesinde artık diğerini dışlayan kimlikleriyle boy göstermeye başlayan Hutular ve Tutsiler arasında nefret tohumları bu dönemde yeşermeye başlamıştır. Yeni kimlikleriyle ülkede çoğunluk durumuna gelen Hutular, Belçika yönetimi tarafından el üstünde tutulan Tutsilere karşı bilenerek hayatlarını sürdürürken, “sözde” bağımsızlıklarını kazandıkları dönemden itibaren Ruanda’yı tek kelime ile Tutsilere dar etmişlerdir. Bağımsızlık sonrası kurulan hükümetler, Hutu ırkçılığına dayalı idareler olarak artık farklı bir ırktan olduklarını kabul ettikleri Tutsilere karşı baskı ve zulüm yöntemlerine başvurmuş ve zaman zaman da katliamlara öncülük etmişler. Dolayısıyla sömürge öncesi dönemde herhangi bir ayrılık ve düşmanlık bilmeden yaşayan bu insanların kolonyal idareler tarafından Hutu ve Tutsi olarak farklılaştırılması ve bu insanların ülke yönetiminde birbirlerine karşı denge unsuru olarak kullanılmaları Batı’nın 1994 tarihli soykırıma giden süreçteki sorumluluğunu göstermektedir. Zira baskın görüş olarak, bahsi geçen sürecin yapıtaşlarını bu şekilde ortaya koyan Batı, soykırım esnasındaki tavrıyla sonuçta da etkili olarak esaslı bir suç ortağı konumuna dönüşmüştür.
Kimlik belirlemenin bir diğer adı—etnisite yoğunluklu bu gelgitler ülkesel bütünlüğün veya siyasal birliğin sağlanmasında büyük bir engel teşkil etmiştir. Elbette ki bu “kafatasçı” temelli çatışma Belçika’nın bir eseri olarak göze çarpmaktadır. Etnik Kimlik Kart uygulaması, azınlık konumundaki Tutsilerin daha geniş haklara sahip olmasına karşın Hutuların hakların kısıtlanması veya çoğunun ellerinden alınması, yönetimde Tutsi azınlığın kullanılarak halkın % 90’ının yok sayılması gibi sebepler Tutsi—Hutu çatışmasını ve 94 katliamını açıklamak için temel noktalardır. Ek olarak 1994 yılına gelmeden önce yaşanan çatışmalarda net olarak[11] 220.000 Hutu’nun katledildiğini söylemek mümkün ve Burundi ile Ruanda Devlet Başkanlarının uçağının kimliği belirsiz(!) bir roketatar tarafından düşürülmesi ise son kıvılcım olarak göze çarpmaktadır.
D.Çözüm İçin Ne Yapmalı?
Ruanda çoğu Afrika ülkesi gibi yapay etnisite temelli çatışmalar yaşamıştır 1994 sürecine giderken ve günümüzde bunun izlerini silmeye çalışmakta… Romantik(!) sayılabilecek birkaç önerinin yanı sıra gerçekten çözüme katkıda bulunabileceğini düşündüğüm önerilerimi sıralamaya başlayacağım yazımın devamında.
Öncelikle romantikleşelim:
- İnsan hakları, demokrasi ve güvenin inşası
- Eğitime önem verilmesi: Belçika öncesi durumun tekrar özümsenmesi
- Ekonomik istikrarın sağlanması
- Eski düşmanlıkların unutulması
- Tutsilere özerklik verilmesi
- Konfederasyon kurulması
- Yapay etnisitenin farkına varılması
Elbette ki bunların içinin doldurulması gerekmekte; ancak hiçbirisi kısa vadede gerçekleştirilebilecek projeler değil. En başta esas sorun şu ki: sözde kimlik farklılıklarının ortadan kaldırılması lazım. Bunun için bir dizi aşama yukarıdaki gibidir. Yapay etnisitenin farkına varılması eğitimle olacak bir iştir. Eğitimin konusu ise Belçika öncesi durumun tekrar özümsenerek insan haklarının önemine vurgu yapılmalı; yani Yunus Emre üstadın söylediği üzere “yaratılanı severiz yaratandan ötürü” fikrinin yerleşmesi lazım. Birbirine saygılı ve karşısındakine tahammülü olan bireyler yetiştirmek hem eski düşmanlıkların unutulmasına hem insanı evrensel bir varlık olarak görmeye hem de demokrasi ve güven unsurunun inşasına katkıda bulunur. Kısaca “insan” olabilmek hayatın daha yaşanılabilir olması demektir. Bu bölüm olayın insancıl kısmı olarak görülebilir.
Konfederasyon veya Tutsilere özerklik verilmesi işin siyasal boyutu ancak en önemli engel Afrika genelinde muhtemel oluşacak çatışmalardır. Konfederasyon kurulması veya özerklik verilmesi başta Burundi olmak üzere kıtadaki bütün ülkelerce karşı çıkılacak bir durumdur. Yazıya başlarken belirtildiği üzere Afrika’daki her “ulus-devlet”te farklı kimlikler ve diller vardır. Farklı kimlikler ve diller uzlaşmanın sağlanmasını—bir başka deyişle konfederasyonu veya özerkliği kaldıramayabilir ve çatışmalar daha da şiddetlenebilir.
Ekonomik istikrarın sağlanması ise oldukça güç ve uzun bir süreçtir. Halen Afrika kendi ekonomik bağımsızlığını kazanamamış ve dekolonizasyon sonrası elde ettikleri bağımsızlıklarını yaşayamamaktadır. Çünkü sömürgeci devletler hala onları “arka bahçe”leri olarak görmektedir. Bunun yanında Ruanda ekonomik olarak geliri düşük bir ülkedir, sanayisi gelişmemiş ve üretim tarımla kısıtlı kalmakla beraber anca kendine yetebilecek kadar üretmektedir. Yani ticaret hacmi yok denecek kadar azdır: sadece kahve üretiminden elde edilen gelirler de ülkenin kalkınmasına yetecek düzeyde değildir. Bunun için sanayinin gelişimini sağlamak 8 milyonluk Ruanda’da bir miktar da olsa canlanmayı sağlayabilir; ama yeterli olacağı şüphelidir. Marksist pencereden baktığımızda ekonomik kalkınmışlığı sağlamak için Batı’nın sömürgeci politikalarından vazgeçmesi gerekir—ki ülkenin ekonomik kalkınmayı sağlayacak ne mekanizmaları ne buna yetecek gücü ne de doğal kaynakları (yeraltı madenleri—özellikle elmas, petrol vb) vardır. Bu yüzden Ruanda önemsizleştirilmiştir.
Demokrasi ve güven unsurunun inşası da azımsanamayacak kadar zordur; uzun bir zaman dilimine ihtiyaç vardır. Ülkede 1962’den bu yana cumhuriyet yönetimi mevcuttur. Bu da ülkenin demokratik açıdan sözde de olsa bir geçmişinin olduğunu kanıtlar. Zaten demokrasinin varlığı güven unsurunu oluşturmaz mı? Buradan varmak istediğim nokta, romantik olmayan çözüm önerilerime geçişi sağlamak. Siyasal birliğin sağlanması amacıyla önümüzde iki seçenek var. Birincisi, Bosna örneğindeki gibi 1995 Dayton Antlaşması altında uluslararası bir konseyin ülke yönetimde söz sahibi olması; ikincisi ise Hutu ve Tutsilerin nüfus oranlarına bağlı olarak hükümette temsilleri ve ayrıca azınlık haklarının da göz ardı edilmemesi şarttır. İlk seçenek çatışmayı engelleyebilir olarak gözükse de Bosna’da yerli halk neredeyse yönetimde söz sahibi değildi; konseyin cumhurbaşkanını dahi görevden alabilme yetkisi vardı. Böylece ülkesel bağımsızlık ve demokrasinin işlerliği bir yalandan ibaret kalabilir. Söz konusu durum, sömürgecilikten yeni çıkmış bir ülkenin bağımsızlığını ertelemesi anlamını taşıyabilir. İkinci çözüm yolu ise en mantıklı olandır; çünkü demokrasi bu yolla işlerlik kazanabilir. Diğer bir ifade ile azınlık haklarının gözetilmesi ve korunması şartının yerine getirilmesi, başka seslerin de kulağa hoş gelebileceğini ispatlar niteliktedir. Biraz daha ileriye gidersek eğer, zamanla oturan bu sistem içerisinde kimsenin azınlık olmadığı gerçeği ortaya çıkacaktır. Zaten yapay olarak ayrılan Ruanda’daki insanlar bu gerçeğin farkına vardıkça Belçika’nın etnik kimlik kartlarını yakacaklardır! Romantik olarak algılanabilecek bütün bu öneriler, buna hem önayak alacaktır hem de daha sağlam bir şekilde ilerlemesini gerçekleştirecektir.
Bir başka öneri de diplomasinin geliştirilerek üçüncü güçlerle işbirliğine gidilmesi ve orta noktanın bulunmasıdır. 2004’te Fransa ile kesilen diplomatik ilişkilerin tekrardan gözden geçirilmesi manidardır. Bu atmosfer Bosna tipi bir çözüm için olumlu görünse de modern dünya ile ilişkilerin kurulması ve ülke çıkarlarının gözetilerek sisteme entegresini kolaylaştırıcı bir adım olacaktır. Türkiye’nin Filistin—İsrail ilişkilerindeki gibi rol alacak bir ülke de elbet Ruanda için de bulunabilir. Bunu ulus-devletten ziyade uluslararası bir örgütle de gerçekleştirmek mümkündür. Ancak bu üçüncü gücün kendi çıkarlarından çok Ruanda’nın çıkarlarını önemseyebilmesi veya algılayabilmesi gerekir. Güç odaklı realist yaklaşımdan çok, sıfır toplamlı çıkardan öte ortak çıkara dayalı idealist pencereden bakmak Ruanda açısından kritiktir. Çünkü realizme göre devletler—ölçeği en küçüğe indirgersek birey—kendi çıkarlarını daha çok düşünür. Böylece işbirliği imkânsızlaşır ve uzlaşma sağlanamaz.
Son bir öneri ise kısa vadede sağlanabilecek ancak sonrasında birkaç sorunu beraberinde getirebilecek olan nüfus mübadelesi. Ruanda ve Burundi’nin anlaşma sağlayarak azınlıkta olan Hutu ve Tutsilerinin değişimi olarak gösterebilirim. Bu iki ülkeyi ele alışımın iki sebebi var. Birincisi Burundi’de Hutuların, Ruanda’da Tutsilerin azınlıkta olması; ikincisi ise 1994 katliamına giden süreçte Burundili Tutsilerin 1970li yıllarda Ruandalı Hutuları katletmesi sonucu oluşan sorumlulukları… Burundi ve Ruanda’nın bu değişimde kararlı olmaları ve olası sosyal yapı değişiminden kaynaklanacak sorunları göze almaları gerekmektedir. Sorunların en başında geride bırakılan hayatın—daha da fiziki düşünürsek mülklerin geleceğinin ne olacağı ve devletin gelen insanlara barınma ve geçinebilmesi adına mülk vermesi konusundaki maddi-manevi yardımı nasıl sağlayacağıdır. Bunlara bağlı olarak bir istihdam sorunu çıkabilecektir—ki gelen insanlar nasıl yaşam mücadelesine girsinler? Nasıl barınabilsinler? Bunlardan öte mübadele sonrası gelenlerin adaptasyon süreci ile yerleşik toplumun onları kabullenme sürecinin nasıl bir sonuç vereceği belirsizdir. Yani entegrasyon süreci ve ortak yaşam bilincinin yerleşmesinin ne kadar zaman alacağı meçhuldür.
KAYNAKÇA
[1] Soner ÖZÇELİK,Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler
[2] Kolektif Kimlik, Nuri BİLGİN, Sistem Yayıncılık, I. Basım, syf. 59, Eylül—1995
[3] Çatışma: Aynı anda iki ya da daha fazla uyuşmayan istek, fırsat, gereksinim ya da amaçla karşılaşıldığında çatışma ortaya çıkar. Çatışmaları hiçbir zaman tam çözemeyiz. Çatışmalar, Michel Foucault’un kavramsallaştırmasına göre genel olarak üç nedenli olarak ortaya çıkar;
- Yaklaşma-Yaklaşma çatışması: Birbiriyle uyuşmayan iki amaca aynı anda çekim duyulması nedeniyle oluşan çatışmadır…
- Kaçınma-Kaçınma çatışması: İstenmeyen iki seçenekten aynı anda kaçılmak istenmesi ve kaçınılamaması sonucu oluşan çatışmadır…
- Yaklaşma-Kaçınma çatışması: Aynı amaçta hem çekici hem de itici özelliklerin olması nedeniyle hem yaklaşma, hem de uzaklaşma eğiliminden doğan çatışma…
[4] Ötekileştirme, Afrika’da özellikle etnisite kavramı üzerinden tavan yapmıştır. Batıda siyah—beyaz ayrıştırması gündemdeyken söz konusu Afrika’da “siyah—siyah” noktasında ayrıma varılmıştır. Bu ise Batı-dışı kalmış toplumların elinde olmayan bir durumdur. Zaman zaman Batı-içi toplum olabilmiş ancak modern dünya tarafından bu fırsat ellerinden alınmıştır. Ötekileştirme; belli bir gruba aidiyet hisseden bireyin ve o gruptaki bireylerin kendi grubunun sembollerine sahip olmayanları dışlaması üzerine kuruludur… ve bir savaşım ya da çatışma ufukta belirmektedir.
[5] Sömürgesizleştirme ise dekolonizasyonun aksine bir halk hareketi olup sömürüye karşı çıkışın bir diğer adıdır. Yani bağımsızlık, uğruna savaşılan bir bağımsızlıktır. Frantz Fanon; “sömürgesizleştirme, sonuncuların birinci olmasıdır—ki bu cümlenin doğrulanması sömürgesizleştirmenin başarıya ulaşmasıdır” der Yeryüzünün Lanetleri kitabında. Sömürgesizleştirmenin ancak şiddetle gerçekleştirilebileceğini savunan Fanon, bunun için öncelikle karar verilmeli, yol üzerindeki tüm engeller tereddütsüz parçalanmalı fikrini savunur. Aksi takdirde, karşınızdaki en ilkel bir topluluk dahi olsa başarıya ulaşamazsınız.
[6] Dekolonizasyon, sömürgeci ülke tarafından bağımsızlığı verilen ancak “arka bahçe” olma statüsünü kaybetmeyen ülkelerin durumudur. Bağımsızlık, aslında tam bağımsızlık değildir. Yani sömürgeci ülkenin sömürgelerden geri çekilme politikasıdır.
[7] Küresel Dünyada Milliyetçilik, Mithat BAYDUR, İrfan Yayımcılık, I. Baskı, syf. 13, Eylül—2001, İstanbul
[8] http://www.binrota.com/PageDetail.aspx?PageID=7388 ( Hani derler ya! Bir konu hakkında söylenmiş güzel cümleler varsa, fazla zorlamanın bir manası yoktur diye)
[9] 100 günde 800.000 kişinin öldürüldüğü ve dünyanın sessiz kaldığı tarihin bilinen adı.
[10] En güzel örneği 1933 yılında Belçikalıların Etnik Kimlik Kart uygulamasını başlatarak Ruanda’da yaşayanları etnik gruplarına göre sınıflandırmayı amaçlamasıdır. Böl ve Yönet politikası, bütünlüğün yıpratılarak ayrıştırılması için din, dil, ırk veya ideolojinin kullanılmasıdır. “Ötekileştirme” ise parçalama için atılan ilk adımdır. Sömürgeciler, “Böl ve Yönet” yöntemini uygularken hep şu ilkeye bağlı davranırlar. Bölünme sonucu ortaya çıkan sınıflardan azınlık olanını kendilerine uşak olarak seçerler. Azınlıkta olan uşaklar aracılığıyla çoğunluk üzerinde baskı kurup denetimi sağlarlar. Azınlıkta olanlar, konumları nedeniyle, çoğunlukla baş edemeyeceklerini bildiklerinden sürekli olarak efendilerine bağlı kalırlar!
[11] 1972’de 200.000 Hutu Burundili Tutsilerce katledilmiş, 1988’de de bu sayıya 20.000 Hutu eklenmiştir. Arada çıkan ufak çaplı çatışmalarda ölenler bunun dışında bırakılmıştır.
Küresel Dünyada Milliyetçilik, Mithat BAYDUR, İrfan Yayımcılık, I. Baskı, syf. 13, Eylül—2001, İstanbul
http://www.binrota.com/PageDetail.aspx?PageID=7388
Kolektif Kimlik, Nuri BİLGİN, Sistem Yayıncılık, I. Basım, syf. 59, Eylül—1995
Sahra Altı Afrika Ülkeleri (SAGA) Raporu, TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı)
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=ruanda
http://seperyon.blogspot.com/2006/03/ruanda.html
http://www.npq.com.tr/yazilar.asp?Cilt=7&Sayi=1&Yil=2005&Sayfa=44
http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx
Kapak Görseli https://insamer.com/tr/dunya-catismalari-catisma-bolgeleri-ve-konulari_113.html adresinden alınmıştır.