Anayasalar, temel hak ve özgürlükleri tanımlayarak devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkileri ve yasama, yürütme, yargı gibi devletin temel organlarının kuruluş ve işleyiş esaslarını düzenleyen kurallar bütünüdür. Bu kurallar dönemin uluslararası ortamı ve ülkenin siyasal, toplumsal ve iktisadi şartlarından etkilenir. Osmanlı imparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti tarihine bakıldığında da bu durum görülür.
İnsanlık tarihinde anayasal nitelikte düzenlemeler eski tarihlere gitmekle birlikte, liberal anayasacılık hareketi denildiğinde 18. yüzyılda, temel hak ve özgürlükler ile devletin temel düzenine ilişkin kuralları, bağlayıcı yazılı bir belgede toplama amacı güden hareketler anlaşılır. 1787 de Amerika Birleşik Devletleri Anayasası ilk yazılı anayasa olarak kabul edilmekle beraber bu tarihten itibaren Batı dünyasında anayasacılık faaliyetleri başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin de bu hareketlerden etkilendiği görülmektedir.
Osmanlı Devletinde Anayasacılık Hareketleri
İlk Anayasal Nitelikte Belgeler
Sened-i İttifak
Osmanlı imparatorluğu tarihinde anayasal nitelikte ilk belge 1808 tarihli Sened-i İttifak olarak kabul edilir. Bir giriş, yedi şart (madde) ve bir zeylden (ek) oluşan bu belge, Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın âyanları davet ettiği bir toplantıda, bu toplantıya katılanların/temsilci gönderenlerin bazıları tarafından imzalandıktan sonra, padişah II. Mahmut tarafından da imzalanmıştır. Başka bir deyişle Sened-i İttifak, bir yanda merkezî gücü temsil eden aktörler, diğer yanda merkez dışı çevre güçleri temsil eden âyanlar arasında yapılan iki taraşı bir anlaşmadır ve bu özelliğiyle misak (sözleşme) niteliğindedir. Bu belgenin amacı giriş kısmında “Sarsılan devlet otoritesinin kuvvetlenmesinin sağlanması” şeklinde açıklanmıştır. Bunun için de yapılması gerekenler şu şekilde sıralanmıştır.
• Ayanların padişaha ve mutlak vekili olan sadrazama itaat etmeyi kabul etmeleri
• Ayanların kendi yönetimlerindeki asayişe ve vergilerin ezici olmamasına dikkat etmeleri
• Vergilerin adil toplanması
• Sadrazamın keyş eylemlerinin önlenmesi
• Suçu olmayan âyana merkez tarafından müdahale edilmesinin önüne geçilmesi
Sened-i İttifak, imzalayan taraşar ve içeriğindeki bazı özellikler bakımından İngilizlerin 1215 tarihli Magna Carta’sına benzetilebilecek olsa da Magna Carta İngiliz feodal beylerinin Kral’a kendi şartlarını dayattıkları bir belgeyken Sened-i İttifak çevre güçlere karşı merkezî devlet otoritesini güçlendirmeyi amaçlayan sadrazamın girişimiyle ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan merkezî güç iktidarını kuvvetlendirmek için birtakım tavizler de vermiştir. Bu anlamda Sened-i İttifak, padişahın mutlak iktidarının sınırlanabileceği fikrini ortaya koyması bakımından önemli bir belge olarak kabul edilir.
Tanzimat Dönemi
Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı sorunlara çözüm getirmek amacıyla ve Batılı devletlerin etkileri ile 19. yüzyıl başlarında bazı reform girişimleri yapılır. Bu çerçevede iktidarın yetkilerini ve devlet toplum ilişkilerini düzenleyen metinler de ortaya çıkar. Bunlararasında en önemlilerinden bir tanesi 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı)’dır.
Tanzimat Fermanı padişahın tek taraşı iradesinin sonucu olduğu için, Sened-i İttifak’tan farklı olarak ferman niteliğindedir. Kanunların üstünlüğüne vurgu yapılan metinde, can güvenliği, şeref, haysiyet ve ırzın korunması, aleni yargılanma hakkı, askerlik hizmetlerinde adalet ve eşitlik, mali güce göre vergi alınması ilkesi, devlet harcamalarının kanunla yapılması ve denetlenmesi, mülkiyet hakkı, müsadere yasası ve eşitlik ilkesi gibi konular yer almaktadır. Islahat Fermanı ise 1856 yılında yapılan Paris Konferansı öncesinde bazı Avrupa devletlerinin baskısıyla ilan edilmiştir. Temel hükümleri Sadrazam Ali Paşa ile İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçileri arasında kararlaştırılan belgenin asıl amacı Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında tam bir eşitlik sağlanmasıdır.
Adalet, vergi, askerlik, eğitim gibi birçok alanda gayrimüslimler aleyhine olan eşitsizliklere son verilmiştir. Her ne kadar, yapım sürecinde Avrupa devletleri ile pazarlıklar yapılmışsa da sonuç olarak padişahın tek taraflı iradesini yansıtan bir ferman ile ilan edilmiştir.
İlk Anayasa (1876 Kanun-i Esasi)
19. yüzyılın başından itibaren yaşanan bu gelişmeler Osmanlı İmparatorluğu’nda mutlak iktidarın sınırlandırılmasına yönelik girişimler olmakla birlikte söz konusu belgeler anayasa olarak kabul edilmemektedir. İlk anayasa olan Kanun-i Esasi, 23 Aralık 1876’da ilan edilmiştir. Kanun-i Esasi ilan edilmeden önce tahta geçmesinde etkili oldukları bilinen Genç Osmanlılar hareketinin destekçileri II. Abdülhamit’ten meşrutiyet sözü alınmıştır. Bu nedenle II. Abdülhamit 28 üyeden oluşan bir komisyon kurmuştur. Komisyon temelde Fransız anayasaları olmak üzere Belçika, Polonya ve Prusya vb. anayasalardan yararlanarak bir anayasa tasarısı hazırlamıştır. Bu tasarı 23 Aralık 1876 yılında padişah tarafından Kanun-i Esasi olarak ilan edilmekle beraber içeriği şu şekildedir:
a. Ülkesiyle bölünmez bütün olan Osmanlı Devleti’nin resmî dili Türkçe, başkenti İstanbul’dur. Saltanat ve hilafet hakkı Osmanoğulları soyuna aittir. Devletin dini İslam’dır.
b. Yürütme organı padişah ve Heyet-i Vükeladan (Bakanlar Kurulu) oluşur.
c. Meclis-i Umumi adı verilen yasama organı Heyet-i Âyan ve Heyet-i Mebusan adında ikili yapıdan oluşur. (Heyet-i Mebusan üyeleri 4 yılda bir seçimle gelirken, Heyet-i Âyan ömür boyu görevde kalacak şekilde padişah tarafından seçilir.)
d. Yasama ve yürütme yetkisi padişaha ait olmakla beraber Heyet-i Vükela ve Heyet-i Mebusan da bu süreçlerde kısmen görev almaktadır.
1876 Anayasası, padişahın zaten sahip olduğu yetkilerin bir anayasa ile meşrulaştırılması işlevini görmüştür. Ancak, özellikle yargı ve kısmen de olsa yasama işlevi açısından padişahı egemenliğin tek sahibi olmaktan çıkarması bakımından mutlakiyet rejiminden çıkıldığı da açıktır. Mutlakiyet, devletin temel organlarına (yasama-yürütme-yargı) ait yetkilerin tek bir kişide ya da grupta toplandığı yönetim biçimidir. Sonuç olarak, bu sistemin ılımlı, anayasalı ve parlamentolu olmakla birlikte, meşruti, anayasal ve parlamenter bir sistemin nitelikleri haiz olmadığı söylenebilir. II. Abdülhamit’in uygulamaları kendi muhalefetini de doğurmuş ve özellikle Jön Türk hareketi gerek örgütlülüğü gerekse oluşturduğu kamuoyu ile 1908 yılında ikinci kez meşrutiyetin ilan edilmesinde etkili olmuştur. II. Meşrutiyet olarak adlandırılan bu dönemin başında II. Abdülhamit, otuz yıl aradan sonra önce Meclisi toplantıya çağırmış (23 Temmuz 1908) ve ardından Kanun-i Esasi’nin yürürlükte olduğuna dair bir Hatt-ı Hümayun yayınlamıştır (1 Ağustos 1908). II. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra Kanun-i Esasi’de önemli değişiklikler yapılacaktır. Ancak, bu değişiklikler öncesinde uygulamaya yönelik de önemli farklılıklar göze çarpmaktadır. Meşrutiyet yeniden ilan edildikten sonra padişah karşısında güçlenen ilk organ hükûmettir. Heyet-i Vükela (Kamil Paşa Kabinesi), Osmanlı siyasal hayatında ilk defa bir “hükûmet programı” hazırlayarak kamuoyuna sunmuş ve yayınlamıştır.
1909 Değişiklikleri
1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanı ile Kanun-i Esasi’nin uygulamasında bazı değişiklikler yapılmaya başlanmışsa da 31 Mart ayaklanmasının bastırılması ve padişah değişikliğinin ardından Meclis-i Umumi temel hukuki yapının değiştirilmesi yönünde adımlar atmaya başlamıştır. 1909 değişikliklerinde devletin monarşik ve teokratik yapısı korunurken padişahın yetkilerinin gerçekten sınırlanması yönünde adımlar atılmıştır. Artık en önemli kurum Meclis-i Mebusan’dır. Padişah Meclis-i Umumi önünde anayasaya bağlılık yemini etme yükümlülüğü altına girmiş ve ödenekleri yasaya bağlanmıştır.
Meclis-i Mebusanın birinci ve ikinci başkanları padişah tarafından değil, bizzat meclis tarafından seçilecektir. Gerek Âyan Meclisi, gerekse Mebusan Meclisi kasım ayı başında padişahın herhangi bir daveti olmaksızın kendiliğinden toplanabilecektir. Yasa yapım süreci de tamamen değişmiştir. Meclis-i Mebusan padişah izni olmaksızın her konuda teklif verebilir hâle gelmiştir. Teklif üzerine padişah oluru verilmesi ve teklifin Şuray-ı Devlette tasarı hâline gelmesi usulü tamamen kaldırılmıştır. Padişahın yürütme alanına ilişkin yetkilerine bakıldığında, artık sadece sadrazam ve şeyhülislamı bizzat atayabildiği, diğer vekilleri ise sadrazamın seçimi doğrultusunda usulen atadığı görülmektedir. Sadrazamı belirlerken de herhangi birini değil meclisten güvenoyu alabilecek birini seçmesi gerekmektedir. Parlamenter hükûmet sisteminin bir gereği olarak, padişah yetkilerini sadrazam ve ilgili bakanın imzasıyla kullanabilecektir. Bakanlar kurulunun bir konuyu görüşmek için padişahtan izin alma zorunluluğu kaldırılmıştır.
Padişaha sürgün yetkisi veren 113. maddenin kaldırılması, sansür yasağı getirilmesi, postaya verilen evrakların mahkeme kararı olmadan açılamayacağının kabul edilmesi, kanun dışı tutuklamanın engellenmesi, toplanma ve dernek kurma haklarının anayasallaştırılması temel hak ve özgürlükler alanında önemli gelişmelerdir. Bütün bu değişiklikler doğrultusunda, 1909’da Osmanlı Devleti’nin parlamenter, anayasal bir monarşiye geçtiği ileri sürülebilir.