TR

Liberal Eşitlik Siyaseti’nin Tökezleyişi

                 1929’daki büyük buhrana dek liberterler, siyasal ve sosyal özgürlükçüler,birçok alanda fikirleri ile toplumu şekillendirmiş,devlet politikalarını belirlemiştir. Ama büyük buhranla beraber bu fikrin gelir dağılımındaki adaleti bozduğunu, özgürlük sağlanırken eşitlik ve adaletin kaybolduğunu farketmiştir. Daha sonra refah devleti modeli ile Marksistler tamamıyla kapitalizm karşıtı,özel mülkiyet karşıtı olurken ,gelir dağılımındaki adaleti de eşitsiz bir şekilde dağıtmışlardır. Bu iki ideolojinin arasında liberal,siyasal ve sosyal eşitlikçiler, 3. bir yol olarak ortaya çıkmışlardır. Bir yandan siyasal ve sosyal eşitliği ekonomik alanda desteklerken bunun sosyal boyutu olarakta refah devleti modelini esas almıştır. Serbest piyasanın bireyler arasındaki adaleti , eşitliği hançerlediğini söylemişler, Refah devleti modeli transfer harcamaları ,vergilendirme ile gelir dağılımındaki eşitliği bir aşamaya kadar sağlayabilir demişler. Mesela Rawls ,refah devletinin liberal eşitlik ilkelerini karşılamayacağını söylüyor. Buna ek olarak zaten “mülk sahipliği” demokrasisini destekleyerek farklı bir bakış getirmiştir. Onun bu görüşü bazı düşünürler tarafından “refah devleti kapitalizmi” olarak adlandırılmıştır.

                  Refah devleti bireylerin başlangıçtaki eşitsizliklerinin giderilmesi, transfer harcamalarının yapılması, vergilendirmelerin yapılması konusunda başarılı ancak Rawls’a göre mülkiyet konusundaki başlangıçtan itibaren ortaya çıkan eşitsizlikler mahsur görülebilir. Özel mülkiyet aynı kalıp veya 1 defalığına yeniden dağıtılıp sonrasında aradaki farklar transfer harcamaları ile azaltılabilir. Eğer başlangıçta herkes eşit mülkiyete eşit ekonomik koşullara sahip olsaydı ,bireylerin emeklerini satıp ,sosyal yaşamlarını devam ettirdiği sistem çökerdi. Herkes daha iyi bir ,daha iyi bir mülk isterdi ortak mülkiyet olsaydı mesela. Bu sefer roller değişecekti. Kimse birbirine iş anlamında itaat etmezdi. İnsanlar kendilerine extra bir konum,fazladan bir üstünlük sağlamayan toplumsal ilişkilere girmeyi yeğlemez çünkü. Kadınlar,erkek işlerini; erkeklerse,kadın işi olarak tabir edilen işleri yapmayı, çalışmayı reddedebilirlerdi.

                  Mesela kadınlar, hemşire ,doktor,sağlık hizmetlileri arasındaki farka ,ayrıma karşı çıkarlardı. Bedensel işçiler ,zihinsel işçilerin kendileriyle aynı veya daha fazla kazanmalarına karşı çıkabilirlerdi. Bunun yerine Dworkin , transfer harcamalarının artırılmasının daha uygun olabileceğini savunuyor. Diğer bir yandan ise siyasal ve sosyal eşitlikçi yönü ile patronaj ilişkilerindeki dezavantajları azaltmak gerektiğini de söylüyor liberaller. Bunu sağlamak transfer harcamaları ile olmaz, bunun yerine insanların piyasaya sunduğu emeğin ,becerinin kalitesini artırmak gereklidir,deniyor. Aslında bence öngördüğü şey, bilgi çağının gelmesi, enformasyon teknolojisinin artması,bilginin somut olarak fark yaratacak tek şeyin olması gerektiğidir.

                  Enformasyon çağı bekleyedursun, 1973 ve 1979’da yaşanan OPEC petrol krizleri Avrupa ve ABD’yi derinden sarsmıştı. Tüm sanayi sektörü,imalat sektörü petrole dayalı üretimden oluşan Avrupa ve ABD ciddi duraksamalar yaşandı. Tam bir kriz ortamı idi. İşsizlik artmış,üretim azalmış ve liberal eşitlikçilerin savunduğu refah devleti modeline karşı net olarak karşı  çıkışlar başlamıştı. 1930’larda popülerliğini kaybeden liberterler, yeni sağ olarak 3.bir yoldan fikirlerini ortaya koyarak şimdiden iktidarı hedeflemeye başlamıştı. İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de Reagan devletin artan borç stoku karşısında,piyasa üzerindeki devlet kontrolünü azaltıp daha küçük bir devleti ,piyasa özgürlüklerini sınırsız özel mülkiyeti savunuyordu.

                   Yaşanan bir petrol krizi tüm dünyayı ekonomik bir bunalıma sürüklemiş lakin bu sürüklenmeye liberal eşitlikçilerin kuramı da katılmıştı. Zenginliği azalan , zenginliği olmayan bir ülkede ne kadar eşit olabiliriz ki? Zenginliği azalan bir ülkede transfer harcamalarının devam etmesine kim olumlu bir gözle bakabilir ki? Liberal eşitlikçilerin kuramı tam olarak bir büyük darbe yemişti. Düşünün 1930’daki büyük buhranda bile hayata geçirilen refah devleti modeli 1935’lere dek transfer harcamalarını gerçekleştiremiyor. İnsanların pek çoğu işsiz,aç,çoğu aile çocuklarını zengin ailelerin yanlarına gönderiyorlar soğuktan ve açlıktan ölmemesi için. Bakıldığında transfer harcaması yapmak o zamandaki insanlar için çok iyi gelebilirdi ama şu unutulmamalıdır ki, ülkelerin sermayesini , pazarını elinde tutan bir avuç küresel sermaye sahibi vardır. Bunların yaptığı kemer sıkmalar, alım-satımlar ülkenize hayati anlar yaşatabilir. Siz sanıyor musunuz ki bu kişiler bir kriz ortamında, kendilerinden daha fazla vergi alınmasına rıza gösterecek veya vergi vermeye devam edecek? Kriz ortamında herkes parasını elinde tutar ve kimse kimse için ne fazladan çalışır ne de parasını bağışlamaz. Görünen o ki yaşanan bu daralmada liberal eşitlikçiler fena anlamda tökezlemiştir. ABD gibi sosyal güvenlik haklarının nahoş olduğu bir yerde kriz anında yapılacak şeylerden birisi de bu hakları kısmaktır. Yani özetle; hangi yöntem,hangi kuram olursa olsun ,devletin zenginliği kaybolduğunda eşitlikte kaybolacağı için bu durum toparlanamaz. Evet net olarak birşey ortaya koyuyorum. Zengin bir ülkede yaşamıyor iseniz, eşit değilsinizdir hiçbir insanla. Zengin bir ülkede %100 eşit değilseniz bile, bu eşitsizliğin kaynağını kurutmak için oturup konuşabilir sınırları zorlayabilirsiniz. Ancak bir Nijerya,Nepal ,Zimbabve ,sierre leone gibi sahraaltı Afrika ülkelerinde kimse kimseye eşit değildir ve olamaz. Zenginleri eleştirip onları sorgulayamazsınız. Eğer denerseniz Zimbabve’de 7. Kattan aşağı atılan bir merkez bankası başkanı olabilirsiniz. Yada bir gecede evleriniz yanabilir yahut köle olarak satılabilirsiniz sömürgecilik dönemlerinde. Zengin Avrupa ülkeleri,kendi ülkeleri içinde eşitliği sağlayabilmek için başka ülkeleri sömürür. Zira altın gümüş olmadan para basamazsınız. Sömürdüğünüz zaman ise tekrardan transfer harcamaları yapabilirsiniz. Bu bağlamda liberal eşitlikçilerin kuramı küresel bir eşitliği de sağlamıyor. Çünkü köle-efendi ilişkileri devam etmek zorundadır çarkın dönebilmesi için. Her neyse Yeni sağ’ın elinde iyi bir koz vardı o da şu;

                  Tembellerin kendi tercihlerinden dolayı neden durumu daha iyi olanları, çalışkan kişileri cezalandırıyoruz. Madem cezalandırılacağız neden çalışıyoruz,bizler de tembellik edelim ve sosyal yardımlardan faydalanalım şeklinde. Eğer liberal eşitlik tercihlere daha özverili şekilde yaklaşıp onları dikkate alırsa yeni sağ’ın eline koz vermeyecektir diye düşünüyor Kymlicka. Dworkin bir bölümde özel sağlık sigortası yaptırma seçeneğini sunuyor. Bu liberal eşitlikçiler açısından tam bir zararla sonuçlanıyor. Zira zenginlerin sosyal yardımları ile ayakta kalan dezavantajlı kesim,eğer bu fikirle,zenginler özel sağlık sigortası yaptırır ise ,ki çoğu yaptırır, o halde devletin transfer harcaması yapacak kaynağı kalmayacaktır. Yani bir eşitlik sağlayacak yerde onu baltalamak için iyi bir fikirdir.

           

                    Yeni Sağ’ın istediği de tam olarak böyle birşeydi. Elini güçlendiriyordu onların çünkü “haketmemiş yoksullar” kesimi tam olarak tembel kişiler için iyi bir kelimeydi. Tabii ki bu bahane ile tüm sosyal yardımlarda kısmaya gidecek kapı bulmuştu Yeni Sağ. Liberal eşitlikçiler burada her durumun bireylerin tercihleri ile ortaya çıkmadığını söyleyip karşı çıkabilirlerdi ancak bir kriz ortamında sizi destekleyen bulamazsınız bu duruma göre. Liberal eşitlikçiler ne kadar demokratça yaklaşsa da , Yeni Sağ’ın “kurbanı suçlama stratejisi” yeni model bir adalet ilkesi yaratmış gibi oldu. Bu durum Rawls’un kuramına bile direkt olarak saldırı olabilirdi ancak yeni sağcılar o kadar felsefik değildir. İcraate ve ortada net olarak görünen şeylere bakarlar. Haketmemiş yoksulları ortaya çıkarmaya çalışırken Jonathan Wolff bunun insanların gerçekten yoksul ve yoksun olduklarını ispat etmeye yönelteceğini yani ortadaki sonucun insanların tercihlerinden mi yoksa tercihleri dışında mı geliştiğini ispat etmeleri istenince, insanların bundan dolayı utandırıcı bir ifşaatte bulunmaları gerekeceğini söylüyor. Liberal eşitlikçilerin kuramı felsefi açıdan başarılı olarak gözükse de siyasi açıdan uygulanabilecek bir pratiği yoktur.

Kimin en adil şekilde ihtiyaç içinde olduğunu bulabiliriz belki ama adaleti sağlamaya çalışırken insanları utandırmaya ,yeni acıları yaşamaya iteriz bu da toplumda bireyin yavaş yavaş silinmesi demektir diyor Wolff. Elizabeth Anderson ise , liberal eşitlikçiliğin seçime dayalı olan ve olmayan eşitsizlikler arasında yaptığı ayrımın “hak eden yoksullar” için saygısızca bir acımaya ,”hak etmeyen yoksullar” için ise onları babaca bir dürtüklemeye yol açar, diyor. Anderson da aynı şekilde bu yöntemin felsefi olarak uygulanabileceğini ama siyaset içinde savunulabilir bir tarafı olmadığını söylüyor. Kymlicka’ya göre ise, herkesi üçkağıtçı gözüyle hedefe almak iyi ahlâkı topluma yerleştirmeyecektir. Tabii ki her insan eşit vicdan sahibi değildir ve belki de bizleri kandırmak için çabalayacak insanlar olacaktır. Ancak bizler kişisel tercihlerin sorumluluğunu üstlenme ahlakını topluma yerleştirirsek bu üçkağıtçıların sayısı da azalacaktır. Adaleti, toplumda güveni, dayanışmayı arttıracak şekilde kullanmalıyız.

 

 

kaynakça:

KYMLİCKA Will,Çağdaş Siyaset Teorilerine Giriş,İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,İstanbul 2012.

] }

AKADEMİK KAYNAK
 

 TR