TR

Kudüs’ün Statüsü ve ABD’nin Kudüs’ü Başkent Olarak Tanıması

WhatsApp-Image-2017-12-12-at-16.13.59 Kudüs'ün Statüsü ve ABD'nin Kudüs'ü Başkent Olarak Tanıması

Arap İsrail uyuşmazlığında belki de en önemli düğüm Kudüs sorunudur. Bilindiği gibi Kudüs her üç din için de kutsal kabul edilen bir şehirdir. 1947’de Birleşmiş Milletler (BM)’in kabul ettiği Taksim Planı’nda Kudüs “corpus separatum” olarak kabul edilerek şehrin bağımsız uluslararası bir yönetim tarafından idare edilmesi öneriliyordu. İsrail, 1948 Savaşı sonunda Kudüs’ün batı kısmını işgal etti. Surlarla çevrili ve kutsal mekanların bulunduğu Eski Şehri de içine alan Doğu Kudüs, yine bu savaş sonunda Ürdün’ün kontrolü altına girdi. Savaşın sonunda imzalanan 1949 Ateşkes Antlaşmasında şehir doğu ve batı olmak üzere ikiye bölündü. İsrail Devleti 1950 yılında Kudüs’ü başkenti olarak ilan ederek devlet binalarının tamamını buraya taşıdı. 1967 Savaşı ile Batı Şeria ve Gazze ile beraber Doğu Kudüs’ü de işgal eden İsrail böylece şehrin tamamını kontrolü altına aldı. [1]

Filistin ve İsrail tarafları, Kudüs’ü kendi devletlerinin başkenti olarak kabul etmektedirler. 30 Haziran 1980’de İsrail parlamentosu Kudüs’ü “tamamen ve birleşik olarak İsrail’in başkenti” ilan eden yasayı onaylayarak şehrin belediye sınırlarını genişletmeye devam etti. Buna karşılık ilk olarak Filistin Ulusal Konseyi’nin 1988 yılında yapılan Cezayir toplantısında başkenti Kudüs olan Filistin Devleti ilan edildi. 6 Ekim 2002 tarihinde ise Filistin Yasama Konseyi, Kudüs’ü “Filistin’in daimi başkenti” olarak kabul eden yasaya imza attı. BM, birleşik Kudüs’ün İsrail’in başkenti olmasını reddederek Tel Aviv’i İsrail’in başkenti olarak tanımaktadır. Bu konuda uluslararası toplumun genel görüşü İsrail’in 1967 Savaşı’nda Doğu Kudüs’ü işgal etmesinin uluslararası hukuk kurallarına aykırı olduğu ve Doğu Kudüs’ün nihai statüsünün Filistin-İsrail barış görüşmelerinde belirlenmesi gerektiği yönündedir. Bu nedenle tüm ülkeler büyükelçiliklerini Tel Aviv’de bulundururken büyükelçilikler İsrail Devlet Başkanlığı’ndan kabul almak için Kudüs’teki ofise gitmektedirler. Kudüs’ün statüsü, barış görüşmelerinde uzlaşmaya varılamayan sorunların en önemlisidir. İsrail, katıldığı barış görüşmelerinde Kudüs’ün statüsü konusunda pazarlığa oturmayı reddetmektedir. Oslo barış görüşmelerinde de Kudüs’ün statüsü nihai görüşmelere bırakılmış, ancak sürecin başarısız olmasının ardından bir sonuca varılamamıştır. [2]

ABD Başkanı Donald Trump, 06 Aralık 2017 tarihinde yaptığı açıklamada ABD’nin Kudüs’ü resmen İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıklamıştır. 1995 tarihli “Kudüs Yasası”na atıf yaparak o tarihte ABD’nin Kudüs’ü İsrail’n başkenti olarak tanıması ve büyükelçiliğini de Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma tavsiyesinde bulunduğunu hatırlatan Trump, “20 yıldan uzun süredir tüm başkanlar bu yasanın gereğini yapmayı ertelediler ve buna gerekçe olarak barış çabalarını gösterdiler. Bu sürenin ardından şu anda daha önce olmadığı kadar İsrail ile Filistin arasında kalıcı bir barışa yakınız. Dolayısıyla şu anda Kudüs’ü resmen İsrail’in başkenti olarak tanıma zamanı gelmiştir.” şeklinde konuşmuştur. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’da “Başkan karar vermeden önce çok sayıda dost, partner ve müttefiklerimizle istişare ettik. Biz bunu takiben kalıcı bir barışın sağlanacağına inanıyoruz.” [3] açıklamasını yapmıştır.

Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasının altında yatan sebeplerden söz etmemiz lazımdır. John Mearsheimer ve Stephen Walt’ın “İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası” başlıklı kitapları bize yeterli ipucunu vermektedir. Söz konusu kitapta; “Neden dünyada sadece İsrail, Amerika’nın önde gelen politikacılarından daima hürmet görmektedir? Bazıları bunun nedeni olarak İsrail’in ABD için stratejik bir değer olduğunu ileri süreceklerdir. Gerçekten de İsrail’in teröre karşı savaşta kaçınılmaz bir ortak olduğu söylenmektedir. Diğer bazıları, bölgede ‘değerlerimizi paylaşan’ yegane ülke olarak İsrail’e kayıtsız şartsız destek vermesi için güçlü ahlaki neden olduğunu söyleyeceklerdir. Ancak bu argümanların hiçbiri yeterince tetkik edilmiyor. ABD’nin İsrail’le yakın ilişkisi ABD’nin hedef aldığı teröristlerin mağlup edilmesini kolaylaştırmak şöyle dursun bilakis zorlaştırmaktadır. Bu durum aynı zamanda Amerika’nın dünyadaki diğer önemli müttefikleriyle ilişkilerini de zorlaştırmaktadır. Soğuk Savaş’ın sona erdiği bir dönemde İsrail ABD için stratejik bir handikap haline geldi. Ancak hiçbir gelecek vadeden politikacının bu durumu kamu önünde dile getirmesi imkan dahilinde değildir. ABD’nin İsrail’le sahip olduğu sorgusuz sualsiz ilişkinin arkasında hiçbir ikna edici ahlaki neden bulunmuyor.” [4] Anlaşılacağı üzere özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD için İsrail gerçekte bir külfet haline gelmiştir ve ABD’nin özellikle de İslam ülkeleriyle sağlıklı ilişkiler tesis etmesinin önünde bir engel oluşturmaktadır. Bununla birlikte ABD’nin karar vericilerini İsrail’i sorgusuz sualsiz desteklemeye yönelten önemli bir faktör vardır. Bu faktör Yahudi lobisinin Amerikan sistemindeki gücü olarak karşımıza çıkmaktadır.

ABD siyasal sisteminde, gerek iç gerekse dış politika açısından lobilerin yeri önemlidir. ABD yasama sisteminde çeşitli baskı gruplarının temsilciliğini yapan üyelerce, belirli bir kararın alınması ya da alınmaması yolunda gösterilen kulis faaliyetlerine lobicilik denilmekte, Amerikalıların deyimiyle bir “Üçüncü Meclis” benzetmesi yapılmaktadır. Lobicilik Faaliyetlerinin ülke dış politikasını belirgin bir biçimde etkilediği tek önemli örnek ülke ABD’dir. Bunun sebebi olarak ABD’nin göçmenler ülkesi olmasının bu açıdan önemi büyüktür. 2. Dünya Savaşı döneminde gerçekleşen Yahudi soykırımının Amerikan halkında Yahudilerin mazlum olarak görme alışkanlığı yaratması, 1967 Altı Gün Savaşı ve benzeri Arap-İsrail mücadelesinde genellikle İsrail’in sağladığı başarının takdiri de ABD kamuoyunun Yahudi ve İsrail sempatisini arttırmış, Yahudi lobisinin işini kolaylaştırmıştır. [5]

Bu sayede İsrail lobisi, Amerika’da çıkar gruplarının en güçlüsü olmayı başarmıştır. ABD’li politikacıların bu denli hürmetkar oluşlarının gerçek nedeni İsrail lobisinin siyasi gücüdür. ABD’de yüksek makamlara gözünü diken adaylar lobinin isteklerine yakından kulak veriyorlar. Gerek Demokratlar ve gerekse Cumhuriyetçiler lobinin tokadından korkmakta ve İsrail’in politikalarını eleştiren bir politikacının başkan olma şansının olmadığını çok iyi bilmektedirler. İsrail lobisinin kongredeki gücü çok daha büyüktür. Özellikle İsrail lobisinin uygulamalarını ve sonuçlarını sorgulamak bizzat İsrail’in meşrutiyetini sorgulamakla aynı şey gibi algılanmaktadır. [6]

Trump’ın da 06 Aralık 2017 tarihinde yapmış olduğu Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararını İsrail lobisinin ABD’deki etkisinden bağımsız olarak düşünmemek gerekmektedir. Trump’ın bu hayli tartışmalı ve İsrail dışında uluslararası aktörlerin tamamına yakınının tepkisini çeken kararını almasında iç politika ve dış politikaya dair birden fazla sebep bulunmaktadır. Kudüs’le ilgili kararını Trump göreve geldiğinde almamıştır. Haziran’da bu adımı atma fırsatı varken Kudüs’e büyükelçiliğin taşınması ile ilgili yasayı diğer Amerikan başkanları gibi 6 ay askıya almış ve yasanın uygulanmasını engellemiştir. Bu nedenle “Neden şimdi?” sorusu sorulmaktadır. İç politikada Trump ve yakın çalışma ekibinin meşruluğunu tehdit eden gelişmeler yaşanmaktadır. Önce Washington Post, Trump’ın Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov ile yaptığı görüşmede bir başka ülkeden gelen çok gizli bir istihbaratı paylaştığını ve ABD Başkanı Trump’ın hakkında Rusya ile yürütülen ilişkiler ve seçim kampanyasında Rusya ile irtibatlı olduğu iddiaları ortaya atıldığını bildirmiştir. Trump, bu haberi doğrulamış ve buna hakkı olduğunu söyleyerek, bu kararını savunmuştur.

Daha sonra New York Times gazetesi de, Trump’ın kısa bir süre önce görevden aldığı Federal Soruşturma Bürosu (FBI) Başkanı James Comey’den eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn hakkında Rusya ile ilişkilerinden dolayı açılan soruşturmanın kapatılmasını istediğini öne sürmüştür. Beyaz Saray, bu iddiaları yalanlamıştır. Trump’ın ilk dönemini tamamlayamadan azledilebileceği yönünde çıkan haberler bulunmaktadır. [7]

Böyle bir ortamda seçim vaatlerinden biri olan Kudüs’e elçiliğin taşınması kararını alarak eleştirilere ve üzerinde yoğunlaşan baskılara karşı Yahudi lobisinin desteğini kazanmak istemiştir. Trump’a verilecek Yahudi lobisinin desteğinin, ABD iç siyasetinde Trump’ı rahatlatıp rahatlatamayacağı zaman içerisinde görülecektir. Ancak, Trump’ın bu kararı üzerinden ABD’ye ve kendisine yönelen dış baskıyı da göğüslemesi gerekmektedir.  Tillerson’ın “Başkan karar vermeden önce çok sayıda dost, partner ve müttefiklerimizle istişare ettik. Biz bunu takiben kalıcı bir barışın sağlanacağına inanıyoruz.” şeklindeki açıklaması, Kudüs kararı öncesinde bir diplomatik faaliyetin de yürütülmüş olduğuna işaret etmektedir. Olasılıkla Suudi Arabistan ve Mısır başta olmak üzere bölge ülkeleriyle diplomatik bir temas kurulmuş olsa gerektir. Uluslararası siyasetin görünenin dışında bir de görünmeyen tarafının bulunduğunu göz ardı etmeksizin soğukkanlılıkla gelişmeleri takip etmekte fayda vardır.

Bu makale Ceyda KURT tarafından kaleme alınmıştır.


[1] Berna Süer ve Ömür Atmaca, Arap – İsrail Uyuşmazlığı, ODTU Yayıncılık, Ankara. 2006, s. 83.

[2] a.g.e , s. 84-85.

[3] Donald Trump’ın ve Rex Tillerson’un açıklamaları için bkz. “Son dakika: Trump: Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma vakti gelmiştir”, http://www.hurriyet.com.tr/son-dakika-trump-kudusu-israilin-baskenti-olarak-tanima-vakti-gelmistir-40670139, ( Erişim Tarihi: 12.12.2017)

[4] John Mearsheimer ve Stephen Walt, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, (çev.) Hasan Kösebalaban, Küre Yayınları, İstanbul, 2009, s.3.

[5] Faruk Sönmezoğlu ve Özgün Bayır, Dış Politika Karşılaştırmalı Bir Bakış, Der yayınevi, İstanbul, 2014, s.166.

[6] Mearsheimer ve Walt, s.4-5.

[7] Bu konudaki haberler için bkz. “Trump Görevden Alınıyor mu”  http://odatv.com/trump-gorevden-aliniyor-mu-1805171200.html, (Erişim Tarihi: 12.12.2017)

] }

AKADEMİK KAYNAK
 

 TR

blank