Kitabın Adı: Atatürk ve Aydınlanma- Düşünsel Temelleri ve Gelişimi
Yazar: Prof. Dr. Kemal Arı
Yayınevi: Yakın Kitapevi Yayınları
Sayfa Sayısı: 327
Ortalama Fiyat: 25 – 30 TL
Prof. Dr. Kemal Arı tarafından kaleme alınan kitap, anlaşılırlığı, akıcı üslubu ve keyifli anlatımıyla dikkat çeken, her kesimden okuyucu kitlesine hitap edecek eserlerden biri olarak değerlendirilmelidir. Yazar konuları tarihsel süreç içerisinde kronolojik olarak ele almış, farklı ve dikkat çekici konu başlıklarıyla da okuyucuyu farklı bakış açılarıyla düşünme ve öğrenmeye yönlendirmiştir. Arı, bunu yaparken akıcı anlatımı ve sade dilini ustalıkla kullanmış, doğru olduğu sanılan kavramları bir kez daha irdeleyerek okuyucunun aklında zaman zaman soru işaretleri yaratmıştır. Bu soru işaretlerinin her biri aslında aydınlığın birer anahtarı olarak düşünülmelidir. Bu anahtarların her biri aklın ve bilimin ışığında sonunda ışık olan kapıları açıyor.
Karanlık ve aydınlık…
İki karşıt kavram. Karanlık ne kadar umutsuzsa aydınlık bir o kadar umut dolu, yarın dolu, yaşam dolu. Geleneklerine bağlı, var olan sistemini korumaktan yana bir toplum; ışığı arayan, aklı, bilimi benimseyen ve umut dolu yarınlara güvenle bakmak isteyen öbür yakadaki toplum. Madalyonun bir yüzünde Doğu, diğer yüzünde Batı. Üretken, girişken, gelişmeye açık, bilgiye ve yeniliğe aç batı toplumu doğu dünyasının öğretilerine ve gerçeklerine karşıt bir duruş sergilemektedir. Aydınlığın arkasında sadece doğunun değil batının da hayranlığını kazanmış bir büyük önder. Mustafa Kemal Atatürk ismi aydınlığın sesi, soluğu ve kahramanı oluyor. Tek ülküsü toplumu en ileriye taşımak.
KİTABIN BÖLÜMLERİ HAKKINDA KISA BİR DEĞERLENDİRME
Türk devrimi Atatürkçü düşünce sistemi üzerinde temellendirilmiştir. Yazar kitabında devrim kavramının tanımını şöyle yapmıştır: “Devrim, var olan eskimiş kurum ve kavramların yıkılarak, yerine daha çağdaş kurum, kavram ve simgelerin kurulması ve yerleştirilmesi demektir.” (s.118.) Türk devrimi aydınlanma ışığı altında, Mustafa Kemal’in fikir ve eylemleriyle şekillenerek inanç ve sabırla oluşturulmuştur. Mustafa Kemal aydınlanma ışığını ateşlerken batının aydınlanmacı yapısından, düşünsel yapısından etkilenerek tüm bunları kendi ulusu için nasıl kullanacağının arayışı içinde olmuştur. Aydınlığın kaynağını “Ateş ve Işık” olarak nitelendiren Arı, “…Karanlıklar aklın dönüşümü sonrasında yırtıldı…” (s.17.) derken aklın, bilimin ve akılcılığın önemini vurgulamıştır. Karanlıklardan aydınlığa ulaşan akıl, çevresinde olup bitenleri bilimsel doğrularla ve gerçeklerle açıklamaya başlamıştır. Bilim insanoğlunun hizmetine girmiş, sonsuz bilgi kaynaklarıyla karanlıkları aydınlık yarınlara çevirmeye başlamıştır. İnsan aklı artık sorgulayan, düşünen, irdeleyen ve eleştiren bir yapıya bürünmüştür. Arı, sözü edilen sorgulama sürecinin kendiliğinden ortaya çıkmadığını, insanoğlunun ilk çağlardan itibaren aklı sorguladığını ancak engellendiğini vurgulamıştır. Kitapta anlatılan Antik dönem, aydınlanma içinde esin kaynağı olmuştur. “Yüzyıllar öncesine uzanıyoruz. M.Ö. 399’da Atina’dayız… Atina meşhur Yunan kentlerinin en ünlüsüydü… Kentte göreceli bir demokrasi uygulaması bulunuyordu…” (s.41.)
Yazar, günümüzden yaklaşık 2.500 yıl önce yaşanan gerçekleri anlatırken o günün koşullarında var olan demokrasi anlayışlarından ve Yunan demokrasisinden söz etmektedir. Antik Yunan’da uygulanan bu demokrasi anlayışı insanlık tarihinin de en aydınlık dönemlerini oluşturmaktaydı. Antik Yunan’ın bu aydınlık dönemine damgasını vuran düşünürlerin bilgileri de yazar tarafından okuyucuya verilen bilgilerdir. Dönemin yetiştirdiği aydınlardan ayrıntılı bir şekilde söz ediliyor. Sokrates yazarın özellikle üzerinde durduğu isim. Döneminin en büyük düşünürlerinden biri Sokrates. “Sokrates, sistemli düşüncenin doğruyu bulacağına inanıyordu. Sistemli düşünmek, araştırmak, doğruya ulaşmak için vazgeçilmez yöntem olmalıydı. Bu yöntemin ana ilkesi ise sorgulamaydı. Sorgulayan beyin gerçeği bulurdu.” (s.46.) Ünlü düşünürün bu fikirleri dönemin koşulları içinde egemen güçlerin tepkisiyle ve öfkesiyle karşılaşmıştır. Sonuç Sokrates tutuklandı… Bu ağır ve katlanılabilir bir durum değildi. Düşünür yaşamına öğrencilerinin gözü önünde son verdi. Arı bu talihsiz durumu şu cümlelerle ifade ediyor: “Sokrates evet, öldü. Ama düşünceleriyle, hayır! Onu yargılayan ve yargılarken, kendi güçlerine bakıp, gem almaz ihtirasla güçlerini beden diline yansıtanları bugün kim anımsıyor?” (s.50.) Evet, tarih Sokrates’i yargılayan, cezalandıran ve ortadan kaldıran isimleri değil, Sokrates’i hatırlıyor. Geçen bunca zamana rağmen öğretisi, düşünceleri devam ediyor. Onun öğretisi, düşünceleri öğrenciler tarafından sürdürülmüştür. Bu öğrencilerden Platon ilk akla gelen isimdi. Kitapta Platon için şu ifadeler kullanılmıştır: “Platon bütün yaşamı boyunca hep düşüncesinde dönüşmüş, değişmiş; değiştikçe arayışını sürdürmüştür… Çünkü değişmenin ve dönüşümün erdem olduğunu anlayacak kadar erdemli bir kimlik ve kişilik olarak tarihteki yerini almıştır…” (s.56.) Platon’un ardılı olarak karşımıza Aristoteles ve Archimedes çıkar. Adı geçen düşünürlerin varlığıyla akıl ve bilim tarihin karanlık sayfalarını aydınlatmıştır.
Arı, kitabının “Aydınlık Kararırken; Karanlık Ortaçağ” (s.67.) başlığı altında Hıristiyanlık dini ile ilgili bilgiler aktarmaktadır. “Gün geldi, Marangozsa yeni bir dini insanlara iletti: “Hıristiyanlık…” (s.67.) Roma İmparatorluğu’nun egemenliğinde bulunan o bölgedeki insanlar, Yahova’ya, yani Yahudiliğe inanıyorlardı. Yahudiler, Hristiyanların mesih olarak kabul ettikleri İsa’ya karşı çıktılar. İlk Hıristiyanlar, İsa’da doğaüstü kerametler olduğuna inanıyorlardı. Hristiyanlığın bir yoksulluk hareketi gibi ortaya çıkması, yoksulların ezikliklerini giderebilecekleri ve kendilerini var edebilecekleri bir düşünce dizgesi şeklinde kabul edilmesi, Roma’da bir tehdit olarak algılandı. Arı, bu durum karşısındaki gelişmeyi kitabında şöyle anlatıyor: “Romalı askerler İsa’yı yakaladılar; Yahudilerin de taşlı sopalı saldırıları altında çarmıha gerdiler, ellerinden ayaklarından çivileyerek öldürdüler…. Ancak İsa’ya inananlar onun öldüğüne inanmadılar. İsa, Mesih olarak tekrar dünyaya gelecek ve Tevrat’ta (Eski Ahit) anlatılan kehanetleri tamamlayacaktı” (s.70.) İsa’nın ölümünden önce inançlarını yayması için görevlendirdiği on iki yardımcısı, çeşitli zorluklara karşın, yeni öğretiyi yaymak üzere mücadele verdiler. Hristiyanlık, yaklaşık üç yüz yıl süren bir yayılış döneminin ardından Avrupa’ya egemen oldu. Yazarın da belirttiği gibi, “Süreç içinde, dini farklı yorumlayan ya da katı uygulamalara karşı gelen kavimlerin ya da akımların önünü kesmek amacıyla, katı bir mahkeme düzeni kuruldu” (s.72.) Bu mahkemelere engizisyon adı veriliyordu. Buralarda kilise yasalarına ve dini dogmalara karşı çıkanlar işkencelerden geçiriliyordu.
“Karanlığın Öfkesi: Engizisyon” başlığı altında yazar Avrupa’nın çeşitli yerlerinde kurulan bu mahkemelerin işlevleri hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Aydınlığın önüne çekilen perde hakkında yazar şu ifadeleri kullanıyor: “…Yoksullar için umut olarak doğmuş olan ve ilk çıktığı zaman zulüm denizini alt etmek için yola çıkmış olan kilise, süreç içinde, kendi dogmalarını kendisi yarattı…Antik Yunan’da oluşan akılcı uyanışın ve evrenin sırlarını aydınlatan bilimsel gelişmenin önünü, kapkara bir perdeyle kapatıverdi…Çok tanrılı dinler döneminden ne varsa yerle bir ediliveriyordu. Kütüphaneler yakılıp yıkılıyor, küfür düzeninin yapıtları olarak görülen bu önemli insanlık mirası yok ediliyordu” (s.78.)
Akıl ve bilim insanlığın yol göstericisi olacaktı. Yeni din İslamiyet’ti ve “oku” emriyle başlıyordu. Yazar, bu yeni dinin akılcılığını şöyle ifade ediyor: “İslam peygamberi savaşta esir düşen ‘kâfir’ askerlerinden okuma yazma bilenlere, özgürlüklerine kavuşmak için, on Müslümana okuma yazma öğretme koşulu getirdi. Bu koşulu yerine getirenler, özgürlüklerine kavuşabiliyorlardı. Böylelikle bu coğrafyada, akla ve bilime önem veren bir algılama kendini gösterdi. Yeni kuşaklar, bilimin önemine ve erdemine inanmışlar, hatta bilimle uğraşmayı inancın gereği olarak görmeye başlamışlardı” (s. 80.) İslam ordularında görevli askerler Platon, Aristo ve onların çağdaşlarına ait kitapları okuyorlar, daha önce öğrenmedikleri pek çok bilgiyi öğreniyorlardı. Bu bilgileri daha sonra kendi dillerine çeviriyorlardı. Müslüman gençler böylece antik dönemin akılcı felsefesini yeniden gün ışığına çıkarıyorlardı. Sonuç olarak İslam dünyası yeni aydınlanmanın da ışığı oluyordu. Tüm bu olumlu gelişmeler sırasında ortaya çıkan yeni bir bilgin İmam-ı Gazali ortaya çıkarak doğuyu yeniden dini dogmalara ve önü alınamayan bir geriye gidişe sürükledi. Gazali ve Tanrı’nın insanlara verdiği en değerli şeyin akıl olduğunu belirten çağdaşlarının aksine, akıl yürütmenin günah olduğunu, bunun aksini kabul edenlerin cenneti, cehennemi ve kıyameti inkâr eden, tanrıyı tanımayan “zındıklar” olduklarını söylüyor ve neredeyse aklı inkâr ediyordu. İslam’ın başlangıçta koyduğu akıl kurallarını devre dışı bırakıp, “İçtihat kapısı kapanmıştır.” (s.85.) diyordu. Yazar bu kavramı şöyle açıklıyordu: “Bu ne demekti? Konuşma, düşünme, yargılama, akıl yürütme, tek şey yap; o da ‘ulul emre itaat’… Yani kul olarak, kulun yaratana ve dünyevi efendisine ancak kulluk hakkı vardı… Amaç düşünemeyen kullar yetiştirmekti.” (s. 85.) Doğu dünyasında bu geriye gidiş yaşanırken Batılı filozoflar İbn-i Rüşt’ü incelemeye başladılar. Bu durum akıl çağını tekrar yakalamaya başlayan Batı karşısında Doğuyu, karanlığa sürükledi. Batı Rönesans, Reform ve hümanist akımlarla aydınlığa doğru ilerliyordu. Matbaa ve basılı kitap sayesinde aklı ve düşünmeyi kullanarak sorgulamaya başladı. Ve iki önemli devrim yaşandı. Amerikan Bağımsızlık Hareketi ve Fransız Devrimi. Bu iki önemli dönüşüm pek çok dünya halkını etkileyen yeni bir süreci de başlattı. Aydınlanma… Sonrasında gerçekleştirilen sanayi devrimi ile sanayileşen devletler büyük bir sömürgecilik yarışına girdiler.
18.yüzyılın ortalarından itibaren Batı’nın üstünlüğünü kabul eden ancak gelişmeleri izleyemeyen Osmanlı, düşünce olarak ilerleyemediği gibi hızla sona yaklaşıyordu. Bu süreçte Atatürk bir lider olarak karşımıza çıkıyor. Batıya karşı verdiği mücadeleyle aklı ve bilimi kullanarak aydınlığın kapısını açıyor. Arı diyor ki: “…Türk Ulusu, açılan bu kapıdan adımını attı; en aşağı 7.000 yıllık tarihinin bütün devasa büyüklüğüyle karanlıktan aydınlığa yönelmişken; bu kez, bir karşı devrim hareketinin rüzgârıyla, havada uçuşan sarıklar, çarşaflar, cübbeler, türbanlara dev adamın ayağına dolanıverdi… Böylelikle, o dev adam için iki seçenek ortaya çıkmış oldu. Ya ayağına dolanan kara çarşafların etkisiyle yeniden karanlığın içine yuvarlanmak ya da güçlü bir darbeyle, karanlığı bir yana iteleyerek, aydınlığa bütün görkemiyle ulaşmak…Ancak, ilk seçeneğin gerçekleşme şansı yoktu; çünkü o dev adamın güçlü tarihi, onu hep aydınlığa doğru taşımıştı.” (s.87.) Bu aydınlığa ancak bir devrimle ulaşılabilinirdi. Devrimin adı, “Türk Devrimi” idi.
Türk Devrimi’nin hazırlık aşamasının, Tanzimat Hareketi (1839) ile başlayıp, Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışına kadar devam ettiği, ikinci aşama olan ihtilal aşamasının ise 19 Mayıs 1919’dan 29 Ekim 1923’e kadar olan süreci kapsadığı kabul edilmektedir. Verilen bağımsızlık savaşı sonunda ulusal haklar elde edilerek Lozan Antlaşmasıyla bu haklar kabul edilmiştir. Bu süreç hem bir ihtilal hem de tam bağımsızlık sürecidir. İlk perde 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi, 2.perde ise 28 Ocak 1920 tarihli Misak-ı millîdir. Devrimin üçüncü aşaması Cumhuriyetin ilanı ile günümüze kadar geçen süreçtir.
Yazar, kitabının önemli bir bölümünde Türk Kurtuluş Savaşından söz ediyor. Bu savaşın hem dışarıda sömürgeci batıya karşı tam bağımsızlık hedefleyen bir ulusal bağımsızlık savaşı, hem de içeride padişah-halifeye ve onun dayandığı kurum ve değerlere karşı cumhuriyeti hedefleyen bir egemenlik mücadelesi vermek şeklinde gerçekleştiği anlatılıyor. Mustafa Kemal saltanat ve halifeliği kaldırarak, yerine ulusal egemenlik prensibine dayanan bir cumhuriyet rejimi getirmeyi baştan beri amaçlıyor. Ancak mevcut ortamın henüz bu düşüncesine hazır olmadığını düşünerek bir strateji belirliyor. “Yapmak istediklerini bir sır gibi saklamak; yerine zamanı geldiğinde bir uygulamaya koymak…” (s.132.)
Anadolu hareketinin ilk önemli adımı çoğu zaman tarih kitaplarının da göz ardı ettiği Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından iki gün sonra Sadaret makamına gönderdiği rapordur. Arı kitabında, Atatürk’ün 22 Mayıs 1919 tarihli bu ünlü raporundan da söz ediyor. Bu raporda Mustafa Kemal, haksız yere girişilen ve yoğun Türk kanı dökülmesine neden olan İzmir’in işgalini kınıyor ve ulusun artık “…Türklük duygusunu ve hâkimiyet esasını” (s.134.) hedef aldığından söz ediyor.
Kitapta, ihtilalin doğal lideri olan Mustafa Kemal’in yaşadığı ihtilal sürecindeki sıkıntılar ve zorluklar, tarihsel süreç içerisinde, bütünlük sağlayacak şekilde ayrıntılı olarak irdeleniyor. Bir diğer bölümde, devrimin değişik tanımları yapılarak süreçler hakkında bilgiler veriliyor. Bu açıklamalar ışığında Arı, Türk Devrimi hakkında şu yorumu yapıyor: “Türk Devrimi’ne gelince; Türk Devrimi de kendi tarihsel çizgisinde, kendine özgü nitelikleri ve özellikleri olan bir tarihsel olgu olarak ortaya çıkmaktadır; çünkü Türk Devrimi, egemenlik kavramını, bu kavramı elinde bulunduran Sultan-Halife’den alıp, ulusa vermekle kalmamıştır; bunun yanı sıra, sömürgeciliğe karşı bir bağımsızlık ve ulusal özgürlük savaşı da vermek zorunda kalmıştır. Bu yönleriyle Türk Devrimi, kendi ölçülerinde dünyada tek devrim olma özelliğini taşır” (s.158.)
Kitabın “Atatürk ve Halka Önderlik: Karizmatik Lider Özelliği” (s.173.) başlıklı bölümünde yazar, Atatürk’ün günün mevcut zorlukları içinde liderlik vasıflarıyla halkı nasıl bir amaç etrafında bir araya getirdiğini anlatıyor. Atatürkçülük ve Atatürkçülük Düşünce Sistemini akıcı, akılcı ve bilimsel bir yöntemle ortaya koyuyor. Arı, Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin, “20. yüzyılın ilk yarısında, yarı sömürge düzeyinde kalmış, statik Osmanlı Toplumu’nun nüvesi durumunda olan Türkler ’in Mustafa Kemal’in önderliğinde vermiş oldukları bir savaşım sonrası ortaya çıktığı” (s.176.) olarak belirtiyor. Önemli ve tartışılan bir konu olan “ideoloji” kavramı da yazarın ele aldığı konulardan biri. Yazar kavramı bilimsel olarak açıklıyor. Atatürkçülüğün bir ideoloji olup olmadığı sorguluyor.
Arı, Atatürkçülüğün genel amacının “Türk Ulusu ‘nu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak” olduğunu çok defa tekrarlıyor. Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin bir Çağdaşlaşma ve Batılılaşma öğretisi olduğunu vurgulayan yazar, çağdaşlaşma sürecinde koşut olarak batılılaşmanın amaçlandığını; ancak söz edilen amaçtan anlaşılması gerekenin batının aydınlanma felsefesi ve düşünce biçimi olduğu, özellikle belirtiliyor.
Kitabının önemli bölümlerinden birini de “Batı-Doğu Ayırımı ve Batı Düşünce Yapısına Yöneliş” (s.199.) başlığını taşıyor. Bu bölümde tarihsel süreçte Doğu ile Batı arasındaki geri kalmışlığın zihinsel temeldeki nedenleri açıklanıyor. Batı kültürünü Doğu kültüründen ayıran başlıca özelliğin, bireyin doğaya, insana ve evrene nesnel bir bakış biçimiyle bakabilmesi, her konunun gerçekçilik, akıl ve bilim temelinde düzenlenmesi olduğu belirtiliyor.
Kitapta Batı ile Doğu karşılaştırmasından sonra, Atatürk’ün; sömürgecilikte üstün olan Batı’nın, bilim ve uygarlıktaki üstünlüğünün de farkında olarak, kafasında gerçekleştirdiğini ve insanca yaşamanın, çağdaş bir birey ve toplum oluşturabilmenin yolunun yine batılılaşmadan geçtiğini gördüğünü belirtiliyor. Dolayısıyla yazar, Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin bu anlayışa dayalı olarak “Batılılaşmak-Uygarlaşmak-Çağdaşlaşmak” ekseni etrafında oluştuğunu açıklıyor. Kitapta ayrıca, “Atatürk İlkeleri” de denilen altı ilkenin Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin temelini oluşturduğu vurgulanıyor.
Kitabın önemli noktalarından biri de Atatürk’ün okuma tutkusu. Burada, Vasıf Bey’in (Çınar) “Niçin bu kadar çok okuduğuna” ilişkin sorusuna Mustafa Kemal’in “Ben çocukken yoksuldum. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirisini yapamazdım” (s.247.) şeklinde verdiği cevabı dikkat çekici olması açısından yeterlidir. Savaşın zor koşullarında bile okumaya zaman ayıran ve okuduklarını çevresindekilerle de tartışan Atatürk’ün aynı zamanda, gazeteci ve yazar. “Mustafa Kemal Atatürk, yalnız okuyan değil, yazan ve yazdıklarıyla toplumu aydınlatmaya çalışan bir aydındır. Ne yazık ki O’nun yazdıkları toplum tarafından yeterince bilinmiyor. Atatürk’ü anlamak için yola çıkan birisi, iki önemli sürece yönelmek zorundadır. Birincisi Atatürk’ün yazdıklarını incelemek; ikincisi Atatürk’ün özgeçmişini okumak… Oysa Türkiye’de Atatürk’ün özgeçmişini yazmak konusunda Türk aydınları yeterince çaba harcamamışlardır. Atatürk’ün yaşam öyküsünü dile getiren yeterli biyografi çalışmalarının yapıldığı da söylenemez. Yapılanların büyük kısmını yabancı yazarlar yazdı; bu da eleştirilmesi gereken başka bir yönü işin… Yazdıkları değişik kurumlar tarafından zaman zaman yayınlanmış olsa da yazılan bu yapıtların dilini sadeleştirme yolunda geç kalınmış olması ve en azından bu yapıtların Türk eğitim müfredatına girmemesi, Atatürk’ün yazarlık yönünün ve yazdıklarının tanınmasına engel olmuştur” (s.262-263.) Bu açıklama sonrasında yazar Atatürk’ün kaleme aldığı kitaplardan örnekler veriyor. “Geometri” adlı yapıtı ile 1927 yılında beş günde, toplam 36 saatte yapmış olduğu konuşmaları içeren, tarih önünde ulusuna hesap verdiği, yapılanları niçin, nasıl, hangi amaca ulaşmak için yaptığını, karşılaştığı zorlukları, bu zorlukları aşmak için izlediği yolu ve yöntemleri ortaya koyduğu ve hepimizin başucu kitabı olarak bulundurmamız gereken “Nutuk” adlı eserine de önem verdiğini görüyoruz.