TR

Ulusal Güvenlik ve Medya: Güvenlikleştirme ve Gündem Belirleme Kuramları Bağlamında Tehdidin İnşa ve İknası

  1. Güvenliğin Kavramsal Analizi

Güvenlik kavramının uluslararası ilişkiler literatüründeki kavramsal analizine dair çalışmalar  uzun bir süre ihmal edilmiştir. Kavramsal analizlere dair yapılan ilk araştırmalar ise Wolfers’ın (1962)  yılında yapmış olduğu National Security As an Ambiguous Symbol adlı çalışmasına işaret etmektedir. Güvenlik kavramının muğlak olmasında aktörler arası tehdit algılamalarının farklılığına dikkat çeken Wolfers’dan sonra 1965 yılında World Politic dergisinde yayımlanan The Emerging Field of National Security adındaki bir araştırma, o güne kadar “ulusal güvenlik” kavramını tanımlayacak çok az  çalışma olduğundan bahsederken (Bock ve Berkowitz, 1966:124), 1973 yılına gelindiğinde ise bu kez Klaus Knorr, ulusal güvenlik kavramındaki semantik ve tanımlayıcı sorunları çözüme kavuşturmak istediğini belirterek anlambilim çalışmaları yapmak üzere saha araştırmalarına başlamıştır. (Knorr, 1973:5)  1975 yılında Amerikalı tarihçi ve siyaset bilimci Richard Smoke ise yaptığı çalışmasında ‘alanda güvenlik kavramlarına tanımlamasına pek dikkat edilmediğinin’ altını çizmiştir. (Smoke, 1975: 259) 1991 yılında Buzan, güvenliği “az gelişmiş” bir kavram olarak nitelendirmekle beraber, “1980 yılına kadar güvenlik ile ilgili hangi bir kavramsal literatür olmadığını” ifade etmiştir (Buzan, 2008:3-4).

Soğuk savaş sırasında uluslararası ilişkilerin gerçekçi – yeni gerçekçi araştırmacıları özellikle askerî araştırmalar ile ilgilenerek aslında bir çok kez güvenlik çalışması yaparken, askerî güç ile ilgili meseleleri güvenlik konusu olarak kabul etmelerine rağmen göç, sağlık, ekonomi veya çevre gibi diğer meseleleri ise düşük politika kategorisinde değerlendirilerek ikinci atarak güvenlik çalışmaları alanına dahil etmemişlerdir. (Oğuzlu, 2007:14) Ancak Soğuk savaşın sona ermesiyle ile birlikte güvenlik kavramının yeniden tanımlanması yönünde yeni adımların atılması zorunluluğu doğmuştur. Bu dönemde, ABD’nin Vietnam’daki başarısızlığı ve OAPEC petrol ambargosunun sebep olduğu ekonomik kriz başta olmak üzere bir çok sorun uluslar arası ilişkilerin klasik gerçekçilik teorisi ile açıklanamamıştır. Son elli yıl boyunca, gerektiğinde bireysel hakların askıya alınması, savaş kararı alınması veya kamuya olan ait kaynakların yönetimi konusundaki esas belirleyici aktörlere yaptığı atıflar nedeniyle önemli bir konuma sahip güvenlik kavramının yeniden tanımlanmasındaki bir sebep de kavramın muğlak dahi olsa adalet, eşitlik özgürlük temsil veya iktidar kavramları gibi kavramsal bir analizinin bulunmamış olmasıdır (Baldwin, 1997: 5). Tüm tartışmaların ötesinde, paradoksal olarak güvenlik hakkında yapılan çalışmaların çokluğuna rağmen güvenlik kavramının analtik olarak detaylıca incelenmemesi sorunu uluslar arası ilişkiler alanında yeni tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bu dönemde, disiplin içerisindeki bazı bilim adamları, ne anlama geldiği konusunda muğlaklıklar bulunan ve tanımına hangi içeriklerin dahil edilmesi gerektiğiyle ilgili belirsizlikler taşıyan güvenlik kavramını “temelde tartışmalı bir kavram“ olarak tanımlamıştır (Gallie , 1956:167-198). 90’lı yılların başlarına gelindiğinde Kopenhag okulundan Buzan ise, güvenlik gibi merkezi bir kavramın yapılan tüm çalışmalara rağmen kavsamsal analizden yoksun olması sorunu karşısındaki “şaşkınlığını” dile getirirken, sorunun kaynağını ise askerî gücün güvenlik çalışmalarında “merkez” olarak konumlandırmasında görmüştür.

  1. Klasik Teorilerin Güvenlik Yaklaşımları

 

Thomas Hobbes’un “insan insanın kurdudur” vecizesinden hareket ile, devletlerin de  insanlar gibi habis varlıklar olduğu ve “doğa hali” içerisinde sürekli bir çatışma durumu bulunduğu varsayımının bir sonucu olarak, devletlerin askerî güç/kapasitelerinin artırılmasının önem arz ettiği gerekçesiyle askerî meselelerin güvenliğin merkezine yerleştirilmesinin hayatî nitelikte olduğu fikri etrafında argümanlar üreten uluslararası ilişkilerin gerçekçi teorisine göre tıpkı insanlar gibi bencil olan devletlerin, kendilerinden başka dostları yoktur.  Uluslararası ilişkilere klasik gerçekçi bakış açısının egemen olduğu  1940’larda  gerçekçi okulun ortaya koyduğu argümanlar ile güvenlik çalışmalarının yürütüldüğü Stratejik Çalışmalar, güvenlik konseptine bireylerin/devletlerin doğal içgüdelerinin neticesinde egemen olmaya kodlanarak güç elde etme duygusu ile hareket ettikleri bilgisi odağında yaklaşmıştır (Thompson, 1885:17). Reelpolitik düşüncenin ön plana çıktığı böyle bir yaklaşımda devletler gerektiği yerde ortak düşmanlarına karşı birleşerek güç dengesi oluşturmalıdırlar (Aydın, 2004:33-60). Çünkü sürekli bir rekabet durumunda olan bireylerin ve dolayısıyla devletlerin doğal gayesi her zaman için önde ve yöneten olmaktır (Jackson ve Sorensen, 1999:6).  Uluslar arası ilişklerde nihai amaç askerî nitelikler ile tanımlanan güçtür. İç/dış politika ayrımının muğlaklığını koruduğu teoride tüm siyasalar güce yönelik olarak belirlenmekte ve gücü hedeflemektedir (Morgenthau, 1985). Devletlerin uluslarası ilişkilerin temel ve rasyonel aktörleri olduğu fikrinin altını çizen yaklaşımda ulusal/askerî güvenlik meseleleri (high policy) siyasi önem hiyerarşisinin en tepesinde yer almaktadır. Uluslar arası sistem kaos halinin egemen olduğu anarşik bir yapıdadır. (Arı, 2010:160-163)  Böyle bir anarşi ortamında devletler kendi güvenliklerini bilhassa kendileri temin etmek zorundadırlar. (Ateş, 2009:17). Askerî güvenlik odağındaki dış politikalar ise evrensel ahlak ilkelerine göre belirlenmemelidir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası idealist argümanların yıkılması sonucu uluslar arası sisteme böyle bir bakış açısı egemen olmuştur. Ancak  uzun bir süre alandaki hakim konumunu sürdüren klasik-gerçekçi bakış açısını merkez alan askerî güç odaklı Stratejik Çalışmalar’ın güvenlik temasına yaklaşım tarzı, Soğuk savaşın sonlarına doğru kutuplar arasındaki askerî gerilimin  azalarak yok olmasıyla birlikte yeniden sorgulanmıştır.

1973 yılındaki  Yom Kippur Savaşı sırasında ABD’nin İsrail’e verdiği desteğe toplu bir tepki niteliğinde petrol ambargosu uygulama kararı alan OAPEC üyesi Arap ülkeleri, literatüre OAPEC Krizi olarak geçen  tarihsel bir sürece imza atmıştır. Opec krizi ile birlikte dolar piyasasının deyim yerinde ise altüst olması, bir bakıma o zamana değin askerî güvenlik temaları etrafında odaklanan klasik gerçekçilere, ekonomik güvenlik meselelerinin de  en az askerî güvenlik meseleleri kadar önemli olduğunu düşündürmek zorunda kalmıştır.  Aynı süreçte, BM tarafından 1972 yılında düzenlenen Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı ise güvenlik meselelerinin askerî konuların ötesine geçmeye başladığı yeni bir döneme girdiğinin başka bir tezahürü olmuştur. Böyle  bir sürecin içerisinde  klasik gerçekçilik yorumlamaları ile güvenlik çalışmaları yapan Stratejik Çalışmalar’ın içerisinden Güvenlik Çalışmaları adı altında yeni bir alan doğmuştur. Bu dönemde klasik gerçekçiliğin içerisinden yeni gerçekçilik yaklaşımının ortaya çıkarak yükselişe geçtiği, uluslar arası ilişkilerin inşacı teorileri birlikte realist argümanların yeniden düşünülmeye başlandığı yeni ve karmaşık bir süreç başlamıştır.  Esasında 70’lerden sonra gevşemeye başlayan iki kutuplu sistem içerisinde, küreselleşme tartışmalarının ilk nüvelerinin atılıp, ulus-ötesi aktörlerin de sistem içerisinde varoluş rüştünü ıspatlaması ile birlikte, aynı dönemde devletlerin gerçekten uluslar arası sistem içerisinde temel aktörü olup olmadığı sorusu ile karşılaşılmıştır.  Petrol krizinin yaşandığı böyle bir süreç, ekonominin güvenlik sorununu etkilemedeki önemini gösterirken,  Robert Keohane ve Joseph Nye gibi transnasyonalist yazarlar, ‘Transnational Relations and World Politics‘ adında bir kitap yazarak çok-uluslu şirketlerin ve dolayısı ile ekonominin de  dünya siyasetine yön verme gücü olduğunu ifade etmişlerdir (Nye ve Keohane, 1971). Hatta Keohane ve Nye daha da ileri giderek görüşlerini “siyaset olarak konuştuğumuz herşeyin aslında ekonomi” olduğunu düşüncesine kadar yakınlaştırarak ilerleyen süreçlerde neo-liberalist fikirlerin yükselişe geçmesine öncü olmuşlardır. Nye, ek olarak uluslar arası sistemdeki hegemonik ilişkileri sınıflandırdığı çalışmasında bilhassa ekonomik gücü de askeri güç ile birlikte sert güç başlığında kategorileştirmiştir (Nye, 2003). Klasik-yeni gerçekçiliğin öncüsü olarak bilinen Kenneth Waltz ise, aynı dönemlerde ekonominin güç kazanımında bir araç olduğunu vurgulamıştır. Ancak bu araç, her an askerî güce dönüşebilecek tehlikeli bir araçtır. Dolayısı ile devletlerin eklemlenme ve dengeleme ile birlikte düşman/rakip devlet değerlendirmesi yaparken, ekonomik değişkenler ihmal edilmemelidir (Mearsheimer 2001:143-144) .Bundan sonra, ekonomi odağında gelişen böyle bir süreç sonucu geleneksel güvenlik tartışmalarına başta ekonomi olmak üzere, sağlık, çevre,  göç v.b. düşük politika (low policy) temalarının dahil edilmesinin önü açılmıştır.

Uluslar arası ilişkiler disiplinin ikinci tartışması olarak bilinen davranışsalcı-gerçekci tartışma, esasında askeri gücün nesnel olarak ölçülebilir kabul edildiği görüş ile karşıt fikirdeki araştırmacıların görüşlerine dayanmaktadır. Askeri gücün ölçülmesinde matematik ve istatistik gibi bilimlerin kullanılabilir olduğu görüşündeki Lasswell ve Kaplan’ın ise, 1956 yılında soru-cevap tekniğiyle yazdıkları Power Of Society isimli kitaplarıyla böyle bir sürecin en bilinen öncüleri oldukları kabul edilmektedir (Lasswell, 2017). 1960’ların başında David Singer’ın öncülüğünde, Michigan Üniversitesinde COW Project adında kurulan araştırma merkezi de, realist bakış açısından hareketle tehdit ve güvenlik gibi kavramların nesnel/sayısal veriler vasıtasıyla analiz edilebilirliğinin mümkün olduğu fikrini paylaşmıştır. Öte yandan 70’li yıllara doğru gelindiğinde, klasik-gerçekçi argümanların ön plana çıkardığı uluslararası sistemdeki tehditlerin objektif olarak tanımlanabileceği bu tarz fikirler, yeni-gerçekçi fikirlerin “algı” argümanı ile birlikte ifade edilen algılanan tehdit kavramıyla beraber, gerçekçi fikirleri paylaşan araştırmacılar arasında  yeni bir tartışmanın fitilini ateşlemiştir. Yeni-gerçeklilerin görüşüne göre bir tehdidin varlığından söz edebilmek için, gerçekte mutlaka somut bir tehdit durumunun olması gerekmemektedir. Somut tehditlerin varlığının yanı sıra, politik/askerî karar alıcıların yanlış dahi olsa, durum algılamaları ve  değerlenmeleri de aslında gerçekte bir tehdit durumu söz konusu değilken bile bir tehdit durumundan bahsetmek için yeterli bir sebeptir.  Örneğin ABD’nin Irak’ta nükleer silah olduğu “zannı” ile hareket etmek kaydı ile, böyle bir durumu tehdit olarak algılayıp müdahalede bulunması, algınan tehditlerin de en az gerçek tehditler kadar istenen/istenmeyen sonuçlar doğurabilme gücünün olduğuna işarettir. Dolayısı ile tehditler, yeni-gerçekçilerin yaklaşımlarında, siyasi/askeri liderlerin algı dünyalarından bağımsız düşünülememektedir. Bu bağlamda,  yeni-klasik gerçekçiliğin klasik-gerçekçiler ile ayrıştığı önemli farklardan biri de objektif olarak tanımlanamayacak olan tehditlere salt veri odaklı yaklaşımın yanlış olduğu noktasındadır.

Klasik ve yeni-gerçekçi araltrmacıların ayrışımına yol açan tehdit algılamaları argümanından sonra, 1999 yılında inşacı kuramın öncülerinden Alexander Wendt, yeni-gerçekçi Waltz’ın Theory of International Politics kitabına karşın Social Theroy of İnternational Politics adındaki eseriyle,  gerçekçilerin devletlerin sosyal yönlerini ihmal ettikleri konusunda eleştrilerde bulunmuştur.  Sovyetler Birliğinin dağıldığı ve milliyetçilik/kimlik tartışmalarının yaşandığı bir dönemde  çıkarlarının aslında ihtiyaçların dışa vurumu olduğunun altını çizen Wendt’e  göre de gerçekçiler, salt “ulusal güvenlik” odağı etrafında düşünmektedirler. Oysa devletlerin kimlikler üzerinden  üretilen normları ve sahip oldukları “ulusal güvenlik kültürleri” vardır.  Örneğin bir devletin ulusal güvelik kültüründe şehitlik kurumınu yüceleştirme var ise, şehitlik bilinci ya da savaş motivasyonu bulunmayan başka bir devlet karşısında nesnel veya rasyonel veriler dışında elde ettiği öz-kültürden kaynaklı bir motivasyon gücü bulunmaktadır. “Anarşi, devletler ne anlıyorsa odur” vecizesi ile, anarşi durumunun veya sosyal tehditlerin sosyal inşa yolu ile algıda kurulduğunu ifade etmektedir. (WENDT, 2013) Wendt’e göre, tehdit durumu da sosyal olarak inşa edildiğinden, zorunlu olarak öznelerin veya devletlerin birbirlerini nasıl anlamlandırdıklarından ve birbirlerinden ne beklediğinden etkilenmektedir. (WENDT, 2013:9) Klasik-yeni gerçeklikte, siyasi/askeri liderlerin tehdit algılamaları konusundaki esas vurgu, tehdidin kendisi üstünde iken, inşacı kuramda tehdidin algıda nasıl veya ne gerekçelerle konumlandırıldığı üzerine olmuştur. Örneğin yeni gerçekçilik “ABD açısından Kuzey Kore’nin balistik füzelerinin tehdit oluşturacak ölçüde geliştirilip geliştirilmediği” sorusu ile ilgilenirken uluslar arası ilişkilerin sosyal inşacı kuramı “Kuzey Kore’nin balistik füze geliştirmesi, ABD’yi niçin rahatsız ediyor?” sorusu ile ilgilenmektedir. Nitekim Wendt, kaleme aldığı ünlü makalesinde herhangi bir toplumun üniversitenin anlamın unuttuğu takdirde profösör veya öğrenci gibi kurum içi varlıkların da anlamlarını yitireceklerini veya ABD ve Rusya’nın birbirleri ile anlaşarak artık düşman olmadıkları yönünde karar verdiklerinde Soğuk Savaş’ın kendiliğinden biteceğini ifade etmektedir (WENDT, 2013:10). Böylece tehdit kavramı da, dostluk ve düşmanlık kavramları gibi bir kurgunun ürünüdür.

  1. Kopenhag Okulunun Güvenlik Tartışmalarındaki Konumu  ve Güvenlikleştirme Kuramı

 

Güvenlik konseptine uluslar arası ilişkilerin gerçekçi, yeni gerçekçi ve inşacı teorileri arasında bir nevi arabulucu olarak konumlanan Kopenhag okulu teorisyenlerinin alana kattığı en önemli konseptler güvenlikleştirme, güvenlik sektörleri ve bölgesel güvenlik kompleksleri kavramları üzerine olmuştur (Wæver, 2004:8). Özellikle devleti baz alan geleneksel güvenlik yaklaşımlarına karşı çıkan okul, bilhassa aktörler arası farklı güvenlik göndergelerinin varlığına dikkat çekmektedir (McDonald, 2008a:68). Özellikle okulun önde gelen isimlerinden Buzan, devlet dışı farklı güvenlik göndergelerinin tehdit varlığının betimlenmesi konusundaki önemini vurgulamıştır (Buzan ve Wæver, 1998:8). Bu bağlamda, geleneksel güvenliğin gönderge nesnesi olan devlet/askeri güç konseptinin dısına çıkılarak, toplumsal, ekonomik, siyasi, çevresel ve askeri güvenlik sektörleri olmak üzere beş farklı güvenlik sektörü oluşturulmuştur.  Bu sektörler hem birbirlerinden bağımsız hem de birbirlerine bağımlıdır. Yani bir sektördeki  hareketlilik, doğrudan veya dolaylı yollardan diğer sektörleri de etkileyebilme gücüne sahiptir.

Kopenhag okulu araştırmacıları, güvenlikleştirme kuramını oluştururken özellikle dil felsefesinden etkilenmişlerdir. Yapısökümcü eleştirel kuramın öncüsü olarak bilinen Jacques Derrida’nın ünlü “Metin dısında hiçbirşey yoktur.” vecizesi ile, tehdidin söz-edim yolu ile oluşturulduğunu vurgulayan okula göre, herhangi bir mesele siyasi/askeri tarafından söz-edim yolu ile tehdit konusu haline getirilebilmektedir. (Buzan ve Wæver, 2003:72)  Dolayısı ile birşeyi söylemek o şeyi yapmaktır. Weaver’in ifade ettiği gibi “Eğer askeri/siyasi elitler bir  güvenlik sorunun mevcudiyetinden bahsediyorlarsa, artık ortada bir güvenlik sorunu var demektir” (McDonald, 2008b:566). Ancak sözcelem ile inşa edilen böyle bir tehdit kurgusunun bazı şartları vardır. Bunlardan en önemlisi siyasi/askeri liderin dillendirdiği, tehdit konusu haline getirilecek durumların da izleyici/alıcı tarafından benimsenmesi, ve tehdidin varlığına ikna olmaları gerektiğidir.

Kitle iletişim araçları, Habermas’ın deyimi ile bir “kamusal alan” yaratmaktadır. (Habermas, 2004:95) Ancak yaratılan böyle bir kamusal alanda halk televizyon, gazete v.b. kitle iletişim araçları üzerinden, “tehdit var” bildirimi yapan elitlere doğrudan  doğruya tehdit konusu üzerindeki merak ettikleri tüm detayları soramamaktadır. Tek taraflı iletişim akışının olduğu böyle bir konumda elitler kimi zaman ortada gerçek bir tehdit durumu söz konusu değilken bile, oy kazanımı, seçim ittifakları, siyasi konum veya liderlik otoritelerini artırmak için tehdit durumundan söz edebilirler Böylelikle kamu  gündemine taşınan tehdit varlığı, elitlerin acil durum sinyali ile birlikte olağanüstü  kararlar almalarının önünü açmaktadır. (Wæver, 2003:9) Kamoyunun tehdidin gerçekliğine nasıl ikna olduğu, siyasal liderlerin söz-edim ile kurguladıkları tehdit inşasının kamoyu üzerinde ne denli etkili olduğu  ile ilgili araştırma ise makalede, iletişim kuramlarından “gündem belirleme kuramı” ile açıklanmaya çalışılacaktır.

  1. Gündem Belirleme Kuramı

 

Günümüz kitle iletişim araçlarının kamu gündemini  belirlemede en etkili araçlarından biri olduğu bilinmektedir (McCombs ve Shaw, 1993:58-67). İletişim kuramlarından  gündem belirleme kuramına göre kitle iletişim araçları kamunun “nasıl düşüneceklerinden ziyade ne hakkında düşüneceklerini”  belirmele gücüne sahiptir.  Dolayısıyla kitle iletişim araçlarının, kimi zaman gündem belirleme kuramı, kimi zaman ise gündem belirleme kuramına dahil olarak kabul edilen bir kuram olan çerçeveleme kuramı ile birlikte, bilinçli ya da bilinçsiz olarak kamoyuna ne hakkında düşünülmesi gerektiğininin yanında nasıl düşünülmesi gerektiğini de söylediği belirtilmektedir. Gündem belirleme kuramı, bir meselenin haber konusu olarak gerek yazılı gerek görsel medyada gündeme getiriliş zamanı, miktarı veya konumunun izleyici kitle arasındaki önem derecesi ile doğrudan ilişkisi olduğunu iddia etmektedir. Dolayısı ile kitle iletişim araçları ile gündeme getirilen  bir haberin gündemde durduğu zaman, yer ve miktar, izleyicilerin haberi ne derece önemli olduğu konusunu kendi algılarında konumlandırmalarına imkan verecektir.

 Böylece gündem belirleme kuramı, kitle iletişim araçları tarafından sunulan haberin sıklık, mekan ve yer açısından izleyiciyi ne denli etkilediğini ölçmeyi hedeflemektedir (Kosicki, 1993:105). Haberin sıklığı arttıkça, izleyiciler arasındaki önem derecesi de artacak, izleyiciler günlük hayatlarında da haber üzerine tartışmaya başlayacaklardır. Bu durumda gündem belirleme kuramına göre, haberler gerçeğin tamamını değil, yalnızca bir kısmını da içerebilir. Bazı gerçekler kamoyunu önemli düzeyde etkileyecek güçte iken bile  haber konusu yapılmazken, kitle iletişim araçları izleyicilere kendi istedikleri konuda düşündürtme gücünü elinde bulunduran, izleyicilerin içlerinde bulunmadıkları dünyayı nasıl algılamaları gerektiğini dikte eden önemli bir enstrümandır (Weaver, 1081:4).

Kamuya dair haberlerin, içerisinde bulunduğumuz iletişim çağında, medya gücünü elinde bulunduranlar tarafından şekillendirildiğini öne süren teoriye göre, medya gücü kamoyu yaratma gücüne sahiptir. (Özkan, 2006: 15) Çalışmalarına 1960’lı yıllarda başlayan ve 1968 ABD Başkanlık Seçimleri’nde medya gücünün kamoyu yaratmadaki etkilerini inceleyen McCombs ve Shaw’ın çalışmaları da, aslında medyanın izleyicilerin bilişsel algılarına doğrudan hitap ettiğini ortaya koymuştur. (Yaylagül, 2006: 82) Dolayısı ile teoride, medyanın kamoyu yaratmadaki tavrına göre, izleyiciler gündemde tutulan ya da gündemin dışında tutulan olayların önemli veya önemsiz olduklarına karar vermektedirler. Ayrıca Neuman’a göre, medya gücünün belirlediği gündemin, izleyiciler üzerinde önem derecesi belirlemelerine ek olarak yaptırımsal bir gücü de bulunmaktadır. Medya gücü bunu, izleyicilere “diğerlerinin ne düşündüğü” hakkında bilgi vererek yapmaktadır. (Griffin,2001 :377)

  1. Güvenlikleştirme ve Gündem Belirleme Kuramı İlişkisi

 

Güvenlikleştirme genellikle  aciliyet, devlet sorumluluğu ve gizlilik veya devlet şiddeti gibi özel kavramlara işaret ederek olağanüstü araçların meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir. Böylelikle güvenlikleştirmenin en muhtemel etkisi, olası bir sorunun gündeme getirilmesine yardımcı olmaktır. (Wæver, 1995: 75; Buzan, 1997: 14, 21)

gundembel Ulusal Güvenlik ve Medya: Güvenlikleştirme ve Gündem Belirleme Kuramları Bağlamında Tehdidin İnşa ve İknası

Şekil 1.  “Gündem Döngüsü”

Özellikle Şekil 2’ de görüldüğü gibi, gündem belirleme kuramı çerçevesinde medya ajanları  ekonomik ve siyasi baskılar ile de karşı karşıya kalmaktadır. Eşik bekçileri bir bakıma siyasal/askeri elitin söz-edim yolu ile inşa edilen tehdit sözcelemini kitlelere sürekli, sık ve vurgulu bir biçimde duyurarak tehdidi ikna yolu kolektifleştirme gücüne sahiptir. Bu yönüyle gümdem belirleme kuramında bahsedilen sürekli vurgu, ve kamoyunun sürekli olarak düşünmeye sevkedilişi Kopenhag okulu’nun ikna sürecini yerine getirmektedir. Dolayısı ile siyasi liderlerin tehdit kavramsallaştırmasını kamoyu gündemine taşımak hem bir görev hem de böyle bir baskının gereğidir.  Nitekim, gündem belirleme kuramında ön plana çıkarılan kitle iletişim araçlarının kamoyu yaratmadaki işlevsel konumu ile güvenlikleştirme teorisinin tehdit inşası kavramsallaştırmasında söz-edim yaklaşımının kamoyunu ikna etme gücü ile paralel bir bütünlük içerisinde olduğunu söylemek mümkündür.

ATABEK(1999)’ten yeniden çizilip aktarıldığı üzere, Şekil 1’de görüldüğü gibi, medyanın gündemi kamu gündemini etkileme gücünün olduğu ifade edilmektedir. Aynı zamanda medya gündemi, politika gündemi ile de etkileşim içerisindedir. Eşik bekçileri, politika gündemindeki anlatıları medya çalışanlarının kişisel deneyimleri veya seçkinler ve diğer bireyler ile girdikleri ilişkiler neticesinde toplanacak bilgiyi işleyerek medya gündemine dahil etmektedir. Ancak bir meselenin tehdit gündemine alınması ile ilgili etkenlerden söz ederken, devletlerin tutum ve davranışlarının arkaplanlarındaki gerekçeleri izlemek önemlidir. Örneğin, İsveç ile ilgili vaka çalışmalarında “askeri tehditler” ve “askeri olmayan tehditler” başlıklarındaki iki farklı çerçeve arasında önemli farklılıkların olduğu görülmektedir. Böylelikle gündemdeki her bilgiye aynı dönem derecesinde yaklaşılmadığı gibi, her tehdit söyleminin medyada yansıtılmasına da aynı önem derecesi ile yaklaşılmamaktadır.

Güvenlik konseptindeki genişlemelere rağmen, birçok ülkede askeri tehditler hala en önemli tehditlerdir. Bununla birlikte devletlerin meseleleri “askeri tehdit” kategorisi içerisine dahil edip etmemesi güvenlik politikaları ile karakterize edilmektedir. Örneğin Rusya’nın Batık Denizi bölgesindeki hareketleri, İsveç’i kaygılandırmasına rağmen 2000’li yıllara değin güvenlik politikaları ile ilgili birincil belgelerde bile belirtilmemiştir. En azından Rusya’nın İsveç gündeminde halâ en büyük tehdit olarak algılanmasından dolayı, Baltık Denizi İsveç güvenlik politikalarında belirli özellikleri, problemleri ve fırsatları olan bir bölge olarak tanımlanmak yerine yalnızca dolaylı olarak dokunulan bir alan olarak kalmıştır.  (Eriksson, 1999:84)

Askeri bir tehdit alanı olarak, gündem belirme kuramı ile güvenlikleştirme kuramının birbirlerini ne denli destekledikleri ile ilgili güzel bir örnek de,  Sovyetler Birliği ve İsveç arasındaki barış zamanında “denizaltı tehdidi” nin 1980’lerde gündemde nasıl belirlendiği üzerinedir. 1986’da Sovyetlerin U137 tipi denizaltı “Wheskey & Rocks” Baltık denizinde batmasıyla Sovyet denizaltılar hakkında yıllarca tehdit söylemi üreten siyasa yapıcılar, deniz kuvvetleri, ve  gazeteciler, böyle bir olayı sansasyonel işlemlerden geçirerek gündemi uzun süre meşgul etmişlerdir. Sovyetlere ait denizaltının gerçekte bir “güvenlik tehdidi” olup olmadığını veya deniz mürettebatının böyle bir “barış zamanında” kötü niyet taşıyıp taşımadığını merak konusu olduğundan hem haberin çerçevelenmesi, hem de gündemde tutulması büyük bir önem arz etmiştir. Böyle bir sürecin yaşanması, İsveç özelinde, 1980’lerden 1990’ların başına değin yabancı denizaltıların panik unsuru imajı yarattığı ve  “güvenlik tehdidi” olarak gündeme getirildiği bir dönemi temsil ederken, politika akışı uzun bir dizi rapor üreterek, ülkede denizaltı avcılığının geliştirilmesini teşvik etmiştir. Sadece 1980’lerde yaklaşık 500 olay rapor edilirken, hem siyaset, hem de medya büyük ölçüde denizaltı meselesinin güvenlikleştirilmesine katkıda bulunmuş, denizaltı meselesi İsveç’in tehdit ajandasında on yıldan uzun bir süre gündemde kalmıştır. Ancak yapılan çoğu çalışmalar raporlardaki olayların mink veya balık olduğu yönünde olmuştur. İsveç’in Rus denizaltı aradığı böyle bir efsane, en son 2015 yılında tezahür etmiştir (Eriksson, 1999:85).

 

KAYNAKÇA

ARI, Tayyar (2010) Uluslararası İlişkiler Teorileri, Bursa: MKM Yayıncılık

Atabek, N. (1998). Gündem belirleme yaklaşımı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 7, 155-174.

ATEŞ Davut (2009), “Uluslararası İlişkiler Disiplininin Oluşumu: İdealizm/ Realizm Tartışması ve Disiplinin Özerkliği”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, (10), 17, ss. 11-25

Aydin, M. (2004). Uluslararası İlişkilerin” Gerçekçi” Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği. Uluslararası İlişkiler/International Relations, 33-60.

Baldwin, D. A. (1997). The concept of security. Review of international studies, 23(1), 5-26.

Bock, P. G., & Berkowitz, M. (1966). The emerging field of national security. World Politics, 19(1), 122-136.

Buzan, B. (1997) ‘Rethinking Security after the Cold War’, Cooperation and Conflict, vol. 32, no. 1, pp. 5-28.

Buzan, B. (2008). People, States & Fear: An agenda for international security studies in the post-cold war era. Ecpr Press.

Buzan, B., Buzan, B. G., Waever, O., W’ver, O., Buzan, O. W. B., & Wver, O. (2003). Regions and powers: the structure of international security (Vol. 91). Cambridge University Press.

Buzan, B., Wæver, O., Wæver, O., & De Wilde, J. (1998). Security: a new framework for analysis. Lynne Rienner Publishers.

Emory A. Griffin.(2011) A First Look at Communication Theory, McGraw-Hill Co. ,New York,, s. 372.

Eriksson, J. (1999). Agendas, threats and politics: Securitization in Sweden. University of Aberdeen, Department of Politics and International Relations.

Gallie, W. B. (1955, January). Essentially contested concepts. In Proceedings of the Aristotelian society (Vol. 56, pp. 167-198). Aristotelian Society, Wiley.

HABERMAS, Jürgen. (2004). “Kamusal Alan”. Kamusal Alan (iç.). Der. ve Çev. Meral Özbek. İstanbul: Hil Yayın. 95-102.

Jackson, R., Sorensen, G. (1999).  Introduction to International Relations. Oxford University Press.

Knorr, K. (1973). National Security Studies: Scope and Structure of the Field. National Security and American Society: Theory, Process and Policy (Lawrence, KS, 1973), 5.

Kosicki, G. M. (1993). Problems and opportunities in agenda-setting research. Journal of communication, 43(2), 100-127.

Lasswell, H. D. (2017). Power and society: A framework for political inquiry. Routledge.

McCombs, M. E., & Shaw, D. L. (1993). The evolution of agenda-setting research: Twenty-five years in the marketplace of ideas. Journal of communication, 43(2), 58-67.

McDonald, M. (2008a). Constructivism, w: Security Studies: An Introduction, ed. PD Williams, London–New York.

McDonald, M. (2008b). Securitization and the Construction of Security. European journal of international relations, 14(4), 563-587.

Mearsheimer, J. J. (2001). The tragedy of great power politics. WW Norton & Company.

Morgenthau, H. J., Thompson, K. W., & Clinton, W. D. (1985). Politics among nations: The struggle for power and peace.

Nye Jr, J. S. (2003). The Paradox of American Power (Amerikan Gücünün Paradoksu). Çev.: Gürol KOCA), Literatür Yayınları, İstanbul.

Nye, J. S., & Keohane, R. O. (1971). Transnational relations and world politics: An introduction. International organization, 25(3), 329-349.

Smoke, R. (1975). National security affairs. Handbook of Political Science, 8, 247-362.

OĞUZLU, H.Tarık (2007), “Dünya Düzenleri ve Güvenlik: Ulus-Devlet Güvenlik Anlayışı Aşılıyor Mu?”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, (6), 14, ss. 7-42

Waltz, K. N. (2010). Theory of international politics. Waveland Press.

Wæver, O. (1995) ‘Securitization and Desecuritization’, in R.D. Lipshutz ed., On Security (New York: Columbia University Press), pp. 46-86.

Weaver, D. H. (1981). Media agenda-setting in a presidential election: Issues, images, and interest. Praeger Publishers.

Wæver, O. (2003). Securitisation: Taking stock of a research programme in Security Studies. unpublished paper, University of Copenhagen.

Wæver, O. (2004, March). Aberystwyth, Paris, Copenhagen: New ‘schools’ in security theory and their origins between core and periphery. In annual meeting of the International Studies Association, Montreal (pp. 17-20).

WENDT, A. E. (2013). Anarşi Devletler Ne Anlıyorsa Odur: Güç Politikalarının Sosyal İnşası. Uluslararası İlişkiler/International Relations, 3-43.

Thompson, K. W. (1985). Moralism and morality in politics and diplomacy (Vol. 1). Univ Pr of Amer.

Wolfers, A. (1962). National security as an ambiguous symbol. Political science quarterly, 67(4).

Yaylagül, L. (2006) Kitle İletişim Kuramları Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar. Ankara: Dipnot Yayınevi

Özkan, A. (2006). Küreselleşme Sürecinin Medya ve Kültür Üzerindeki Etkileri. İstanbul: Tasam Yayınları.

] }

AKADEMİK KAYNAK
 

 TR

blank