B. Türkiye’de Çok Partili Siyasal Hayat
Milli Şeflik rejimi II. Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte ortaya çıkan yeni uluslararası dengelere kayıtsız kalamamış, ülke içi muhalefetin uluslararası gelişmelerden -özellikle İkinci Dünya Savaşını demokrasi cephesinin kazanması ve Birleşmiş Milletler Antlaşmasının TBMM tarafından onaylanmasından- cesaret alarak etkili muhalefet yapmasıyla birlikte çözülme sürecine girmiştir. Ayrıca Türkiye’nin siyasi ve ekonomik problemlerle iç içe olan toplumsal yapısı da zaten uzun yıllardan beri Tek Parti iktidarının yıpranmasına neden olmakta, dolayısıyla alternatif bir siyasi partinin varlığını gerektirmekteydi. Türkiye’de çok partili hayatın serbest bırakılmasına neden olan koşulları anlayabilmek için iç ve dış politikadaki gelişmelere kısaca değinmek yerinde olacaktır.
I. Dünya Savaşının ilk yıllarında tarafsız bir politika takip ederek savaşa girmeme konusunda başarılı olan Türkiye’nin, savaşın sonlarına doğru Batı ittifakının bir parçası olabilme ümidiyle hareket ettiği, dış politikasının temeline “Batı ittifakına üye olma” stratejisini yerleştirdiği görülmektedir. Dış politikadaki bu dönüşüm savaş sonrasında ortaya çıkan “Sovyet Tehdidi” karşısında Batılı ülkelerle özellikle ABD ile sıkı dostluk ilişkileri kurmayı da beraberinde getirmiştir. Bu ilişkiler Türkiye’nin yalnızca dış politikasını değil, iç politikasını ve siyasal yapısını da önemli oranda etkilemiştir. Tek Parti yönetiminin aşınması, sivil muhalefetin örgütlenmeye başlaması ve nihayet çok partili siyasal hayatın serbest bırakılması bu etkileşimin ürünüdür. Kemal Karpat, savaş sonrası Tek Parti rejiminin zor duruma düşmesini şu sözlerle ifade etmektedir: “İtalya ve Almanya’da iktidarı elinde bulunduran tek-parti yönetimlerinin son bulması, Türkiye’nin Birleşmiş Milletlere üye olması ve Batılı devletlere yakınlaşması, Türkiye’de Tek Partili rejimin temellerini sarsan gelişmelerdendi[1].Burada Batı ittifakına üye olma çabasının demokratikleşmenin tek öncüsü olduğu şeklinde bir düşüncenin yanlış olduğuna değinmek gerekmektedir. Her ne kadar büyük savaştan sonra Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileri -özellikle ABD ile olan ilişkileri- Türkiyeyi siyasi ve ekonomik yönden yeni bir mecraya yönlendirmiş olsa da Türkiye’nin kendi iç dinamikleri de İkinci Dünya Savaşından sonra canlanmış, Tek Parti iktidarı ciddi şekilde sorgulanmaya başlanmıştır.
İkinci Dünya Savaşından sonra özellikle ABD ve Birleşmiş Milletler ile olan ilişkileri siyasi rejimi de etkilemiştir. Bu dönemde ABD’nin Sovyetler Birliğinin yayılmasını önlemeye yönelik bir politika takip etmiş, bu maksatla dünyanın çeşitli bölgelerindeki ülkelerle siyasi, ekonomik ve askeri içerikli ittifaklar kurmuştur. ABD bu politikası ile dünya barışını korumayı amaçlıyor görünmesine rağmen bu siyasetin uzun vadede ABD’nin uluslararası çıkarını korumaya yönelik adımlara dönüştüğü görülmektedir. Sovyetler Birliğinin genişlemesini önlemek amacıyla başka ülkeleri güçlendirmiş, ama kendi politikasının dışına çıkılmasına müsaade etmemiştir. ABD’nin Türkiye’nin demokratikleşmesinde oynadığı rol de bu politikası ile doğrudan ilgilidir. Siyasi iktidarın güçlü ve istikrarlı olduğu bir Türkiye, Sovyet yayılmacılığı karşısında daha sağlam durabilecek, bölgesel barışta daha etkin rol oynayabilecektir. Yoksa hiç yoktan bir demokrasi icat edilmiş değildir. Türkiye’nin o dönemdeki toplumsal yapısına baktığımız zaman CHP’ye muhalif bir siyasi partinin ortaya çıkmasını gerektiren birçok nedenin olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Özellikle büyük savaşın ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri ve CHP’nin kolluk kuvvetleri vasıtasıyla iktidarını meşrulaştırabilme çabası muhalefetin hangi ortamda doğduğunu göstermesi bakımından önemlidir: Bu dönemde savaş sürecinde alınan zorunlu ekonomik tedbirlerin sermaye birikimini belli ellerde toplanmasını netice verdiği görülmektedir. Ayrıca savaşın bazı mallarda yarattığı arz daralması sonucu karaborsacılık başlamış, böylece ticaretle uğraşanların eline büyük paralar geçmiştir. Ekonomiyi denetleyebilmek amacıyla çıkarılan Milli Korunma Kanun’unun sadece sanayi ve ticaret burjuvazisinden yana yorumlanarak uygulanması bu kesimlerin ellerindeki fonların büyüme hızını arttırmıştır. Bu durum savaş ekonomisinin kendi zenginlerini ortaya çıkarmasına neden olurken işçi, küçük üretici, küçük esnaf ve memurların iyice yoksullaşmasına da neden olmuştur. Yoksulluk hızla şekilde yayılırken hükumetin kolluk kuvvetleri ile baskısı devam etmiş, savaş döneminin hassasiyetinden de istifade edilerek hürriyetler kısıtlanmıştır. Tevfik Çavdar jandarma zulmünün o dönemin adeta “alamet-i farikası” olduğunu ifade etmektedir[2].Ayrıca halk yaklaşık 20 yıldan beri Tek Parti iktidarının kökten reformlarıyla muhatap olmaktadır. Özellikle kültürel alanda uygulanan politikalar iktidarla mahrem alanı bile karşı karşıya getirmiştir. Buna bürokratların baskısı, seçkinci yönetim geleneği gibi etkenler de katılmıştır. Bu toplumsal şartlar CHP’ nin karşısına çıkma cesareti gösterecek örgütlü sivil muhalefetin doğmasını fazla geciktirmeyecektir.
Netice itibariyle Türkiye’de Tek Parti iktidarının sona ermesi yalnızca Batı ittifakına üye olabilmenin zorunlu bir sonucu olarak değerlendirilmemelidir. Bu meselenin yalnızca dış politik dayatma sonucu olduğu anlamına gelir ki, bu Türk toplumunun demokratikleşme ihtiyacını ve iradesini görmezden gelme olur. Oysa uzun yıllardan beri CHP baskısı altında yaşayan insanların “Yeter, Söz Milletindir” sloganıyla ortaya çıkacak olan Demokrat Partiyi desteklemesi ve kısa sürede iktidara taşıması toplumun demokratikleşme eğiliminin ve iktidara katılabilme arzusunun da bir neticesidir. DP’nin kısa sürede kazandığı olağanüstü başarıdaki temel unsur aslında CHP’yi iktidardan indirmeyi tercih eden “milli irade”dir.
Cumhuriyet tarihinde TCF ve SCF gibi başarısız demokrasi deneyimlerinden sonra ilk defa toplumsal bir taban oluşturarak siyasi iktidarı CHP’den devralan DP, CHP içinden çıkan muhalefet grubunun öncülüğünde kurulmuştur. Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat Köprülünün öncülüğünü yaptığı bu muhalefet grubunun 7.6.1945 tarihinde CHP Meclis Grup Başkanlığına sunmuş olduğu önerge ile CHP iktidarının temel hak ve özgürlükler üzerindeki baskısının sona erdirilmesi, parti içi demokrasinin hayata geçirilmesi ve Türkiye’nin anayasanın ruhuna ve Batılı ülkelerin demokrasi modellerine uygun şekilde yeniden yapılanması gerektiği öne sürmüşlerdi. Ancak CHP grubu bu önergeyi, önerge sahibi 4 milletvekili dışında oy birliği ile reddetti. Önergenin reddedilmesinden sonra Adnan Menderes ve Fuat Köprülü Vatan gazetesinde oldukça sert üsluplu yazılar yazmaya başladılar. Bu yazılardan dolayı Adnan Menderes ve Fuat Köprülü 21 Eylül 1945 tarihinde parti disiplinini bozdukları gerekçesiyle partiden ihraç edildiler. Refik Koral Tan’ın da arkadaşlarını desteklemesi O’nun parti ile olan ilişkisinin kesilmesine neden oldu. Celal Bayar da önce milletvekilliğinden, sonra da partiden istifa etti. Böylece DP’nin kurucusu olacak olan bu milletvekilleri CHP ile olan ilişkilerini bitirmiş oluyorlardı. 7 Ocak 1946 tarihinde de bu 4 milletvekili öncülüğünde DP kuruldu.
DP kuruluşundan yaklaşık iki ay sonra 63 ilin ancak 16’sının il merkezinde örgütlenmeyi başarmıştı. DP’nin kurulması ilk anda tereddütle karşılanmıştı. Birçok kimse 1930’daki SCF tecrübesinden dolayı DP’yi de gerçek bir muhalefet partisi olarak görmüyordu. Nitekim Celal Bayar da DP’nin kurulduğu günde yapmış olduğu bir açıklamada “DP’nin muvazaa partisi olmadığını” ifade etme ihtiyacı hissetmişti[3].
CHP, DP’nin ilk günlerinde dostluk ve hoşgörü çizgisinde bir politika takip etmiştir. Bunda DP’nin yurt genelinde çok fazla örgütlenmemiş olması ve CHP iktidarı için fazla bir tehlike hissettirmiyor olması önemli rol oynamıştı. Gerek CHP’li parlamenterlerin söylemlerinde, gerekse basında DP’yi CHP ile özdeşleştiren, her iki partinin aynı değerleri benimsemiş parti oldukları vurgulayan beyanlara rastlanılmaktadır. Böylece DP’nin CHP’ye esaslı bir muhalefet yapması engellenmek isteniyor, dolayısıyla DP’ye göstermelik bir rol biçiliyordu. Akşam gazetesinde 9 Ocak 1946 tarihinde neşredilen “Demokrat Partiye Hoş geldin Deriz” başlıklı makalede Halk Partisi’nin 6 Okunun DP tarafından da benimsendiği, DP’nin CHP’ye aykırı bir sosyal ve politik mezhep gütmeden, tatbikatta bir kontrol vazifesi görmek gibi bir milli kaygı ile doğduğu ileri sürülüyordu[4]. Şüphesiz yaklaşık olarak yirmi yıl boyunca iktidarı elinde bulunduran CHP’nin muhalefeti birden bire içine sindirmesi kolay değildi. Bu yüzden basın ve CHP’li parlamenterler DP’yi CHP çizgisine yakınlaştırmaya gayret ediyorlardı. CHP’li parlamenterler de demokrasi karşıtı bir imaja bulaşmamak için DP’lilere hoşgörü ile yaklaşıyorlardı. Bu hoşgörü politikası DP’nin halk desteği kazanmaya başlamasıyla birlikte yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. İlk anda demokratik bir ortamın varlığından rahatsız olmadığını ispatlamaya çalışıyormuş gibi bir izlenim veren CHP, halkın DP’ye olan teveccühünden sonra hoşgörü politikasından vazgeçmiştir.
DP, örgütlenme ve sosyal taban oluşturma yönünden durgun geçen ilk üç ayından sonra yurt genelinde hızlı şekilde örgütlenmeye başlamıştır. Kasaba ve köylerde vatandaşlar bir araya gelip, DP şubelerini açmaya başlamışlardı. Kemal Karpat, kısa sürede halk desteği ile örgütlenmenin halkın DP’nin gerçek bir muhalefet partisi olduğuna inanmaya başlamasından kaynaklandığını ifade etmektedir.[5] Böylece muhalefet sanal olmayan bir zeminde gelişmeye başlamış, DP de gerçek anlamda bir siyasal parti niteliğine kavuşmuştu. DP’nin hızlı şekilde güçlenmesinden endişe eden CHP, DP’nin örgütlenmeyi tam anlamıyla gerçekleştirememesinden ve meclis egemenliğini elinde bulundurmasından faydalanarak tek dereceli seçim yasasını ve genel seçimlerin 21 Temmuz 1946’da yapılmasını kabul etmiştir. Böylece şok bir genel seçimle DP’yi meclisten uzak tutmayı hedeflemiştir.
21 Temmuz 1946 tarihinde yapılan genel seçim DP’nin katıldığı ilk sınavdır. DP’nin merkez karar organları başlangıçta CHP’lilerin genel seçimleri erkene almasından dolayı seçimleri boykot etme taraftarı görünmüştür. Ancak partinin taşra örgütlerinin seçime girilmesi yönünde baskı kurması, mecliste temsil edilmeme korkusu ve hükümetin seçimlerin tarafsız yapılacağı yönünde güvence vermesiyle seçimlere katılma kararı almıştır. Birçok tartışmalara konu olan bu seçimler sonucunda CHP 395, DP 64 milletvekili kazanmıştı. 6 da bağımsız milletvekili meclise girmeyi başarmıştı. Seçim sonuçları DP cephesi tarafından gerçeği yansıtmadığı, hükümetin ağır baskısı altında gerçekleştiği için milli iradeden uzak olduğu şeklinde değerlendirildi. Celal Bayar, seçim sonucunda seçimlere fesat karıştırıldığını, milli iradeyi yansıtmayan bir sonucun ortaya çıktığını ifade etmiştir. Bayar, hükümeti sahte evrak basmak ve oy pusulalarında tahrifat yapmakla suçlamış, halkın baskıya uğradığını ileri sürmüştür. Seçimden sonra DP taraftarları birçok yerde gösteri düzenleyerek durumu protesto etmişlerdir. CHP seçim sonuçlarını eleştiren gazetelere savaş açmış, İstanbul merkezli gazeteler İsmet İnönü’nün emriyle susturulmuştur. Bütün tartışmalar bir yana, seçim sonucunda DP 64 milletvekili ile meclise girmeyi başarmıştı. Böylece meclis sandalye sayısının yaklaşık olarak % 15’ine sahip olarak daha etkili muhalefet yapabilme imkanına kavuştu[6].
DP, 7 Ocak 1947 tarihinde 1. Kurultayını gerçekleştirmiştir. Bu kurultayda DP siyasi çizgisini net bir şekilde ortaya koymuş, CHP’ye karşı yapmış olduğu muhalefeti özellikle hürriyet, demokrasi ve fiili otoriterlik gibi kavramlar üzerine bina etmiştir. Kurultayın açılış konuşmasını yapan Celal Bayar, Türkiye’de demokrasinin gerçek anlamda yerleşebilmesi için üç şartın varlığının gerekli olduğunu vurgulamıştı. Buna göre kişi hürriyetini sınırlayan anti-demokratik kanunların kaldırılması, oy güvenliğini sağlayacak yeni bir seçim kanununun kabul edilmesi ve Cumhurbaşkanlığının parti başkanlığından ayrılması gerekli görülüyordu. Bayar bu önerisiyle hukuki olarak var gözüken demokratik rejimin fiiliyatta egemen olan CHP olgusundan ötürü gerçekleşmediğini ima ediyordu. Kurultayda yapılan görüşmeler de aşağı yukarı bu konular etrafında dönüyordu. Hürriyet meselesi, hükümetin kanunlarla ya da kolluk kuvvetleriyle temel hak ve özgürlükleri kısıtlaması, yoksulluk gibi konular DP’nin iktidarı eleştirdiği başlıklardı. Kurultayın sonunda “Hürriyet Misakı” olarak adlandırılan program kabul edildi. Bu misak Celal Bayar’ın açılış konuşmasındaki üç şartı içeriyordu: Anti-demokratik kanunların değiştirilmesi, mahkemeler tarafından uygulanacak bir seçim kanununun kabulü ve Cumhurbaşkanlığının parti başkanlığından ayrılması[7].DP muhalefetinin ana temasını Hürriyet Misakı’nda ele alınan bu başlıkların oluşturduğu ifade edilebilir. Nitekim bu Kurultay’dan sonraki parti propagandalarında hükümetin genellikle Hürriyet Misakı’nda kabul edilen ilkeler çerçevesinde eleştirildiği görülmektedir. Özellikle Recep Peker hükümeti ile oldukça sert tartışmalar gerçekleşmiştir. DP Hürriyet Misakı’ndaki ilkeleri hükümete kabul ettirmeye çalışırken, Recep Peker, DP’yi zaman zaman devlet düşmanlarını tahrik eden bir siyasi oluşum olarak göstermeye çalışmıştır. İki parti arasındaki bu gerginlikler İsmet İnönü’nün 12 Temmuz Beyannamesini yayınlamasıyla bir süre askıya alınmıştır. Siyasi partilerin Türk demokrasisinin olmazsa olmaz şartı olduğunu ifade eden bu beyanname ile iki parti arasında karşılıklı güven ilişkisi temin edilmeye çalışılmış, muhalefet partisinin faaliyetleri güvence altına alınarak siyasi istikrar sağlanmaya çalışılmıştır. Bu beyannameden sonra ülke yönetiminde tek söz sahibi olan CHP, muhalefete tahammül göstermeyen geleneksel politikasından uzaklaşmaya başlamıştır. Partinin otoriter niteliği Türkiye’nin iç dinamiklerinin zorlaması ile aşınmaya başlamış, demokratikleşme eğilimi artmıştır. Bu dönüşümde DP’nin ülke genelinde etkili muhalefet yapması da önemli bir etkendir.
DP’nin milli irade ile buluşarak hürriyet ve demokrasi eksenli bir politika geliştirmesi ve bunda başarılı olması otoriter CHP olgusunu da değişime zorlamıştır. Şüphesiz bu değişimde İkinci Dünya Savaşından sonra Türk dış politikasının Batı ittifakına üye olabilme şeklinde tecelli etmesi de bir hayli etkili olmuştu. Özellikle Birleşmiş Milletler Antlaşmasındaki demokratik, özgürlükçü hükümler bu dönüşüme neden olan dış nedenler arasında sayılabilir. Kısaca belirtmek gerekirse Soğuk Savaş dönemiyle birlikte ortaya çıkan iki kutuplu dünyada Batı ittifakının bir parçası olabilme politikasının benimsenmesi ve DP olgusu CHP’yi de demokratikleşmeye zorlamıştır. Bu dönemde yüzeysel de olsa CHP’nin kitlelere sevimli görünmeye çalıştığı, otoriter özelliklerinden sıyrılma gayretine giriştiği görülmektedir. CHP teşkilatları da seçkinci özelliğinden uzaklaşarak tabana eğilme yönünde adımlar atmaya başlamıştır. Bu değişim parti içinde otoriterlikte ısrarcı olan siyasilerin etkisinin azalmasına da neden olmuştur. Nitekim partinin otoriter niteliğinde direten ve DP muhalefetini bir türlü içine sindiremeyen Recep Peker bir süre sonra istifa etmek zorunda kalacak, yerini daha ılımlı olan Hasan Saka’ya bırakacaktır. Hasan Saka hükümetinin istifasından sonra da Şemsettin Günaltay Başbakan olmuştur. Güvenoyu aldığı gün yapmış olduğu konuşmada, “Bir tarihçi sıfatıyla sizi temin ederim ki, bu milletin istikbali için yegâne çare, sağlam esaslara müstenit bir demokrasinin kurulması ve işlemesidir” şeklinde konuşarak hem DP’ye güvence veriyor, hem de demokratikleşme sürecinin artık geri döndürülemez bir olgu olduğunu ima ediyordu. CHP milletvekili ve Başbakan olan Günaltay’ın bu görüşü CHP’nin kısa süre içinde nasıl dönüşüme uğradığının çarpıcı bir örneğidir. Bu dönüşüm yüzeysel ve yetersiz de olsa demokrasi rüzgarının kısa sürede neler yapabileceğini göstermesi bakımından anlamlıdır.
1948 yılı içinde DP içinde yeni bir siyasi partinin kurulmasına neden olacak olan bir kırılma gerçekleşti. Bu grup parti politikasını benimsemeyen kimselerden oluşmaktaydı. Grubun önderi toplum üzerinde önemli ağırlığı olan asker kökenli bağımsız milletvekili Fevzi Çakmak’tı. Partinin kurucuları DP listesinden bağımsız milletvekili adayı olup seçilemeyen Hikmet Bayur, DP İstanbul İl Başkanlığından ayrılan Kenan Öner, DP’den ihraç edilen İstanbul milletvekili Osman Nuri Köni, yine DP’den ihraç edilen Afyon milletvekili Sadık Aldoğan ve DP müfettişi olan Osman Bölükbaşı idi. Partinin genel başkanı Hikmet Bayur 20.7.1948’de MP’nin resmen kurulduğunu ifade etmiş, partisinin temel özelliğini devletçilik yerine ekonomik liberalizmi benimseyen bir parti şeklinde duyurmuştur. Onursal başkan Fevzi Çakmak da DP’nin etkili muhalefet yapamadığını, halkı oyaladığını bu boşluğu doldurabilmek için MP’yi kurmaya karar verdiklerini vurgulamıştır.[8] Partinin amacını dürüst bir seçimle iktidarı yeni bir hükümete devretmek, devleti vatandaşın hizmetine koymak, devlet kapitalizmine son vermek, vatandaşa çalışma ve ticari teşebbüs imkanları sağlamak, hayat seviyesini yükseltmek, aile bağlarını kuvvetlendirip gençliğe milli ve dini eğitim vermek suretiyle ahlak seviyesini yükseltmek şeklinde özetlemiştir.[9] Millet Partisi her ne kadar yeni bir ümitmiş gibi ortaya çıkmış olsa da CHP ve DP kadar geniş bir sosyal taban oluşturamamıştır. Ancak çok partili hayata geçiş sürecinde CHP ve DP politikaları üzerinde önemli etkileri olmuştur. Kemal Karpat MP’nin varlığının DP’yi ekonomik ve kültürel meselelerde daha ihtiyatlı ve ılımlı politikaya yönelttiğini ifade etmektedir.[10]CHP üzerindeki etkisi de olumludur denilebilir. Her ne kadar CHP politikalarını eleştiren bir çizgide dursa da MP aslında CHP’nin işine yarıyordu. Çünkü muhalefeti parçalıyordu, bu da güçlü bir DP muhalefetinin önünü kesiyordu.
DP’nin ikinci kurultayı 20 Haziran 1949 tarihinde yapıldı. Genel seçimlerden yaklaşık 1 yıl önce yapılan bu kurultayda DP, o dönemki genel siyasi çizgisini ve hedeflerini ortaya koymuştur. DP Genel Başkanı Celal Bayar’ın kurultayda yaptığı konuşma ve kurultay sonunda kabul edilen “Milli And” DP’nin siyasetteki hedeflerini ve çizgisini göstermesi bakımından mühimdir. Celal Bayar kurultayda yaptığı konuşmada DP’nin hedefinin şiddete ve kavgaya bulaşmadan demokratik usullerle iktidara gelmek olduğunu vurgulamış, her türlü aşırı akıma mesafeli durduklarını, parti olarak aşırılıklara izin vermeyeceklerini ifade etmiştir. Temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınmasının DP’nin ana hedeflerinden birisi olduğunu söyleyen Bayar, din özgürlüğünün de diğer özgürlükler gibi kutsal olduğunu vurgulamıştır.[11] Bayar’ın din özgürlüğüne ayrı bir parantez açması ilginçtir. Bilindiği gibi 1924 Anayasası din ve inanç özgürlüğüne aykırı herhangi bir hüküm taşımamaktadır. Ancak uygulamada egemen olan Tek Parti olgusu laikliğin tanımını genişletmiş, laiklik İslam’ın toplum üzerindeki etkisini de ortadan kaldırmaya yönelik politikaya dönüşmüştür. Bu da Tek Parti Döneminde egemen olan modernleşme anlayışının ana dinamiklerinden birisi olmuştur. Celal Bayar’ın kurultayda din ve inanç özgürlüğüne kasıtlı olarak değinmesi ve bunu laiklik politikası ile ilişkilendirmesi CHP’nin laiklik politikasına, dolaylı olarak da kökten modernleşme anlayışına bir tepki olarak yorumlanabilir. Ayrıca DP’nin kökten modernleşme politikası ile iktidar ve kişisel vicdanı karşı karşıya getiren bir çizgi yerine halkın değerleriyle barışık bir politika takip edeceğinin de bir işareti olarak yorumlanabilir. Nitekim Celal Bayar konuşmasının devamında laikliğin dinsizlik demek olmadığını, Türklerin Müslüman olduğunu ve bunun zorla değiştirilemeyeceğini vurgulamıştır. Kurultay sonunda demokrasiye aykırı yasaların değiştirilmesi, seçimlerin hakim güvencesine dayanması ve partinin oylarına vatandaşların katılımıyla birlikte sahip çıkılması kararlılığını gösteren maddelerin bulunduğu “Milli And” kabul edildi[12].
1950 genel seçimleri öncesinde Seçim Kanunu üzerinde önemli tartışmalar yaşanmıştır. Bunda DP’nin şaibeli geçen 1946 seçimlerinden edinmiş olduğu tecrübe önemli rol oynamıştır. DP muhalefetinin ve kamuoyu baskısının etkisi ile gizli oy ve açık tasnif ilkelerini getiren, partilere radyodan propaganda amacıyla eşit ölçüde yararlanma hakkı sağlayan Seçim Kanunu kabul edilmiştir. Ayrıca seçimlerde mahkemelerin en yüksek denetleme organı olarak görev yapacağı da kanun ile getirilen düzenlemelerdedir[13].
14 Mayıs Genel seçimleri öncesinde CHP, devletçiliğin sınırlandırılacağını, özel teşebbüsün teşvik edileceğini, kredilerde kolaylık sağlanacağını, yabancı sermayeye uygun ekonomik adımların atılacağını, vergi sisteminin ıslah edileceğini ve Türk parasının kıymetinin korunacağını vaat ediyordu. Köylünün yaşam koşullarını düzeltecek toprak dağıtımı, okul, su, kredi ve ziraat aletleri temini gibi adımlar atılacağı, Cumhurbaşkanın yetkilerinin yeniden düzenleneceği ve partinin 6 Okunun anayasadan çıkarılacağı sözü veriliyordu. Buna mukabil DP üretimi arttırıp vergileri indirme, devlet tekellerini ortadan kaldırma, özel ve yabancı sermaye için siyasi ve mali güvenliği sağlama sözü veriyordu. Siyasi yönden ise demokratik ilkeler ışığı altında rejimi yeni baştan düzenlemeyi, anayasayı demokratik ilkeler ışığı altında tadil etmeyi vaat ediyordu.[14] 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimleri DP ezici bir çoğunlukla kazandı. DP oyların yaklaşık olarak % 53’ünü alarak 408 milletvekili çıkarmayı başarırken, CHP 69 milletvekili çıkarabildi. Millet Partisi 1 milletvekilliği kazanırken, bağımsız milletvekillerinin sayısı 7 idi. Bu netice ile Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir siyasi parti milli irade ile iktidara gelmiştir. Yaklaşık çeyrek yüzyıllık Tek Parti hakimiyetini milli irade ile iktidardan düşürülmüştür.
DP’nin kurulması ve kısa bir süre sonra iktidara gelmesi Türk siyasetinin bu yıllarda iki kutuptan oluştuğunu, CHP ve DP dışındaki partilerin tali parti niteliğinden kurtulamadığını ortaya koymuştur. Her ne kadar Millet Partisi gerek CHP’ye, gerekse DP’ye alternatif olabilme iddiası ile siyasete katılmışsa da geniş bir toplumsal taban oluşturamamış, halka yeterince inandırıcı görünmemiştir. Seçimlerde almış olduğu netice de bunun bir ifadesi olarak yorumlanabilir. Bu yüzden 1950’li yıllarda Türk siyasetinin Cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılında siyasi iktidarı elinde bulunduran, kökten reformlarla ülkeye yeni bir kimlik dayatan ve ekonomik kalkınma konusunda sınıfta kalan otoriter bir parti ile, bu otoriterliğe karşı çıkarak demokratikleşmenin ve özgürlüklerin savunuculuğunu yapan, halkın değerlerine yakın ve nispeten demokrat olan bir partiden oluştuğu, bunun dışındaki siyasi oluşumların itibar göreceği toplumsal tabanın olmadığı söylenebilir. Bunun yanında DP iktidarı siyasette egemen olan seçkinlerin yetkisinin halkın seçtiği parlamenterlere devredilmesine neden olmuştur. Böylece Tek Parti iktidarı içinde asker ve sivil bürokratların ve sayısı sınırlı girişimcilerin tekelindeki iktidar az da olsa tabana yayılmıştır. Devleti baba olarak gören zihniyet, merkezden kontrol, yukarıdan aşağıya dayatılan reformculuk reddedilirken pazar ekonomisinin önündeki engeller de kaldırılsın istenmiştir.[15] Ayrıca DP, CHP içinden çıkan milletvekilleri tarafından kurulan bir siyasi parti olduğu için CHP içindeki bir kırılmanın da ifadesidir. Özellikle SCF ile siyasete atılan liberal eğilimli milletvekilleri -örneğin Adnan Menderes- CHP’nin siyasi ve ekonomik yönden toplumun taleplerini karşılamada yetersiz kaldığını fark etmişler ve DP’yi kurmuşlardır.
DP iktidara geldikten sonra Celal Bayar Cumhurbaşkanı olmuş, Adnan Menderes’in Başbakanlığında da hükümet oluşturulmuştur. DP iktidar partisi olmasına rağmen CHP’ye, dolayısıyla İsmet İnönü’ye bağlı olan ordudan çekinmekteydi. Bu yüzden iktidarının ilk aylarında orduda önemli bir tasfiye hareketine girişmiş, askerler içinde seçilmiş iktidara problem çıkarmayacak bir kadro oluşturmuştur. DP’nin ilk olarak ordudaki CHP kökenli askerleri tasfiye etmesinin nedeni CHP’nin askeri DP aleyhine kışkırtması, dolayısıyla hükümeti tedirgin etmek istemesiydi. DP’nin yasal düzeyde yaptığı ilk icraat, ezanın Arapça okunmasını serbest bırakmak olmuştur. Tek Parti iktidarı döneminde Türkçe okunmaya zorlanan ezan böylece asli şekline kavuşmuştur. CHP’liler ve bazı aydınlar tarafından irticaya cesaret verme olarak yorumlanan bu düzenleme halkın takdirini toplamıştır. Arapça ezanın serbest bırakılmasının simgesel anlamı DP iktidarının laiklik anlayışının CHP’ninkinden farklı olduğudur. DP bu düzenlemesiyle siyasi iktidar ile ibadet alanı arasında bir çatışma yanlısı olmadığını, laikliğe ideolojik bir anlam yüklemediğini göstermiştir. Böylece dinin ve dini hayatın bürokratların kontrolüne alındığı, devletin dine müdahale ederek alternatif bir sentez meydana getirmeye çalıştığı laiklik politikalarına din ve inanç özgürlüğü güvencesiyle birlikte yeni bir açılım kazandırmıştır. Bu laiklik anlayışının temel özelliğinin din ve devlet işlerinin ayrılması ile din ve inanç özgürlüğünün aynı oranda güvence altına alınması olduğu söylenebilir. Ancak bu sentez CHP’lilerin ve aydınların yoğun “irtica” ithamından dolayı sağlıklı bir şekilde gelişememiş, DP laiklik ilkesini ihlal etmekle suçlanmıştır. CHP’nin irtica konusunda çıkardığı gürültü DP merkezli bir değişimi yavaşlatmak yani statükoyu olabildiğince uzun süre korumak arzusundan kaynaklanıyordu.[16] CHP’nin bu siyaseti yaklaşık 10 yıl süren DP döneminin siyasal gerginliklerin üst düzeyde olduğu bir dönem olmasını da kaçınılmaz kılmıştı. Her ne kadar DP’nin de zaman zaman demokrasiden saptığı, basın, fikir ve ifade özgürlüğü konularında temel politikası ile çelişen icraatlara imza atmış olduğu görülse de bu sapma CHP’nin statükocu siyasetinden bağımsız değerlendirilmemelidir. Ayrıca 1945’ten sonra izin verilen çok partili siyasal hayatın sağlam bir demokratik zeminden yoksun oluşu ve yıllardan beri CHP’ye karşı biriken siyasi öfkenin payı da gözden uzak tutulmamalıdır.
DP iktidarının ilk yılları kalkınma ve refah payını yükseltme yönünden oldukça parlak geçmiştir. DP, geçmişin devletçilik politikasının sıkı denetimini gevşeterek ve özel girişimciliği özendirerek başarılacak hızlı bir ekonomik büyüme öngörmüştü. İktidarının ilk yıllarında da bunu büyük ölçüde başardı. Engellerin kaldırılması ile birlikte yatırımlar artmaya başladı, ekonomi hızlı bir büyüme sürecine girdi. Tarım sektörüne traktörlerin ve makinelerin girmesiyle birlikte toplam tarım üretimi iki katına çıktı. Karayolları kısa sürede gelişti, kömür üretimi arttı, küçük kent ve kasabalarda fabrika, konut ve diğer bina sayılarında büyük artışlar yaşandı.[17] Okulların sayısında görülen artış okuma-yazma oranlarının da yükselmesine neden oldu. Bu büyük canlanmada Marshall Planı çerçevesinde alınan dış yardımlar ile borçlanma imkânının genişlemesi önemli rol oynamış, hükümetin rahat hareket etmesine imkân sağlamıştır. DP’nin ilk 4 yıllık dönemindeki bu başarılar 1954 seçimlerine DP’nin daha da güçlenmesi şeklinde yansımıştır. Seçimlerin sonucunda DP % 56.6 oy oranıyla 541 milletvekilliğinin 505’ine sahip olmuş, böylece 1950’lerdeki başarısının bile üzerine çıkmayı başarmıştır. DP’nin en büyük rakibi olan CHP’nin oy oranı ise % 34.8 idi. Meclis sandalye sayısı ise 31’di.
DP, 1954 seçimlerinden sonraki dönemde ekonomik açıdan oldukça büyük sıkıntılarla karşılaşmıştır. Geniş ölçüde ithalata dayanan ilk dönem DP ekonomi politikası ikinci döneminde birçok dezavantajla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu düşüşte dış finansman kaynaklarının azalması ve dış borçlanmanın üst sınıra dayanması önemli rol oynamıştı. Ancak bu dönemde hizmet ve sanayi sektöründe önemli büyümelerin olduğu da bir gerçektir. DP’nin ilk iktidar döneminde attığı tohumlar büyük ölçekli fabrikaların ortaya çıkmasına, inşaat sektöründe büyük canlanmanın yaşanmasına neden olmuş, şehirleşmede gözle görülür bir artış yaşanmıştır. Nitekim 1950’lerde DP iktidarı ile birlikte başlatılan hareketlilik bugün Türkiye’nin en nüfuzlu sanayicilerinin iş dünyasına adım atmalarına veya temel birikimlerini bu dönemin iktisadi şartları altında elde etmelerine neden olmuştur.[18]
Bu dönemde CHP’nin üniversite ve basın-yayın organlarının da desteğini arkasına alarak geniş çaplı muhalefet yaptığı, DP hükümetini oldukça zor durumlara düşürdüğü görülmektedir. Hükümetin buna tepkisi ise bazı öğretim üyelerinin görevden alınması, kısıtlamalar ve hapis cezası oldu. Bu dönemin fikir ve ifade özgürlüğü yönünden problemli olduğu, hükümetin temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan kanunları uygulamaya koyduğu muhakkaktır. Bu biraz siyasi düzenin çoğunlukçu yapıdan oluşması, biraz da demokratik kültürün zayıf olmasından kaynaklanıyordu. Ancak CHP’nin bu süreçte askeri hükümete karşı kışkırtma çabaları, üniversitelerin ve basın-yayın organlarının desteğiyle DP iktidarının gözden düşürülmesi ve iktidardan uzaklaştırılması gibi sert muhalefet izlemesi demokrasinin zayıflığına neden olan önemli bir olgu idi. Yoksa DP’nin tek başına demokratik yapılanmaya, fikir ve ifade hürriyetine karşı bir oluşum olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Zira DP’nin çıkış noktalarından birisi Tek Parti iktidarı döneminde fiili olarak kullandırılmayan temel hak ve hürriyetlerin devlet güvencesi altına alınması ve ülkenin demokratik Batılı devletler gibi yüksek yaşam standartlarına kavuşturulması idi. İktidarının ilk döneminde de bu çizgide ilerlemiştir.
Bu siyasal kargaşa içinde yapılan Ekim 1957 seçimlerinde DP % 47.2 oy oranı ve 424 milletvekiliyle yine birinci parti olmayı başardı. Ancak CHP’nin oy oranında eski seçimlere göre bir artış olduğu görülmektedir. % 40.6 oy oranıyla ikinci parti olan ve 178 milletvekili çıkaran CHP ümit ve cesaret bulmuş oldu. Seçim sonuçları siyasi kargaşayı ve partiler arası çekişmeyi daha da yükseltti. CHP tekrar iktidar olabilme umuduyla sert muhalefetine devam etti. DP de bu tutuma karşılık verdi. CHP’nin üniversitedeki öğretim üyelerini ve öğrencileri hükümet aleyhine örgütlemesi, askeri kışkırtarak DP iktidarını zayıflatma çabası yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamıştı. 10 yıllık DP dönemi antidemokratik ve dramatik şekilde sona erdi. 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan askeri darbe ile milli irade sonucu iş başına gelen iktidar partisi devrildi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve hükümetin diğer üyeleri ile DP’li milletvekillerinin çoğu tutuklandı. Yassıada’da yargılanan Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi[19].Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın idam cezası Milli Birlik Komitesi tarafından ömür boyu hapse çevrildi. Birçok DP’li de ömür boyu hapse mahkûm edilmekten kurtulamadı.
Yaklaşık olarak 10 yıl süren DP iktidarının askeri darbe ile son bulması şüphesiz Türk demokrasisi açısından büyük bir ayıp olarak tarihe geçmiştir. Bu süreçte CHP’nin oynadığı negatif rol de gözden kaçmamaktadır. CHP’nin askeri siyasetin içine çekmesi, üniversitelerin CHP’nin arka bahçesi haline getirilmesi, basında DP aleyhine başlatılan yoğun saldırılar, üniversite gençliğinin hükumet aleyhine örgütlenmesi, DP’nin özellikle din özgürlüğünü düzenleyen politikalarının rejim tehdidi varmış gibi çarpıtılması siyasal gerginliklerin tırmanmasına yol açan CHP merkezli gelişmelerdi. Bu muhalefetin karşısında DP politikaları da sertleşiyor, ülke sürekli gergin kalıyordu.
Bütün bunlara rağmen DP, Türk demokrasi tarihinde geri döndürülemeyecek bir sürecin öncülüğünü yapmıştır. Kurulmasından kısa bir süre sonra elde ettiği büyük başarı Tek Parti iktidarının sona ermesine neden olmuş, Cumhuriyet tarihimizde ilk defa milli iradeyi temsil eden bir parti iktidar olmayı başarmıştır. DP, doğuşu, faaliyeti ve ruhu bakımından başlangıçta halkın isteklerine cevap vermiş ilk partidir, bunu da kamuoyunu daima dikkate alarak yapmıştır. Ancak CHP’nin sorunlu muhalefeti DP’nin halkçı politikasından sapmasına neden olmuştur. DP döneminde Tek Parti Döneminde radikal şekilde uygulanan laiklik, din ve inanç özgürlüğü ile birlikte değerlendirilmiş, devletin dine müdahalesi olarak görünüm kazanan laiklik politikaları biraz olsun demokratikleşmiştir. Ayrıca Türk demokrasisinin önemli zaaflarından birisi olan “seçkinci gelenek” DP iktidarı ile birlikte sarsılmış, halk kendi değerlerine yakın gördüğü DP’lileri destekleyerek modernleşme konusundaki tercihini de yapmıştır. Türk halkının kendi değerlerine sırt dönen ve toplum mühendisliği taslayan seçkinlere pek fazla itibar etmediğini ortaya koymuştur. DP iktidarı ekonomik yönden de Türkiye’nin yeni bir açılım, yeni bir vizyon kazanmasına sebep olmuştur. Partinin dinamik ruhu ve halkla bütünleşmesi bu başarıda önemli rol oynamıştır[20].
Bunların yanında DP’nin soğuk savaş döneminin bir partisi olduğu da unutulmamalıdır. İkinci Dünya Savaşına kadar tarafsızlık ilkesi üzerine hareket eden Türkiye, büyük savaştan sonra Birliği’nin yayılmacı siyaseti karşısında taraf tutma mecburiyetini hissetmişti. İkinci Dünya Savaşının müttefikler tarafından kazanılması ile Batının yeni gelişen siyasi felsefesi ve Türkiye’nin Birleşmiş Milletlere üye olması, Türk devletinin daha liberal ve demokratik olmasını gerektiren bir eğilimi doğurdu. İşte DP bu eğilimin Türkiye’deki yansımasıdır. Batı bloğunda meydana gelen demokratikleşme Türkiye’deki demokratikleşme talepleri ile birleşmiş, DP de bu değişimin uygulayıcısı olmuştur. Batı ittifakına üye olabilme stratejisi de büyük oranda Türkiye-ABD ilişkileri çerçevesinde gelişmiştir. Bu yüzden DP ABD ve NATO ile ilişkilerinin yönlendirmesiyle Sovyetler Birliğinin Ortadoğu’daki siyasal oluşumlarda belirleyici faktör olmasını önlemeye yönelik bir politikanın uygulayıcısı olmuştur.
DP Türk siyaset tarihinde yalnızca dar anlamda bir siyasi parti olarak değerlendirilemez. Siyasi çizgisi itibariyle kendisinden sonra kurulan Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi gibi merkez sağ oluşumları da etkileyerek Türk siyasetine damgasını vurmuştur. Bugün Adalet ve Kalkınma Partisinin de zaman zaman kendisini DP ile kıyaslaması, kendisine DP’nin devamı imiş gibi bir izlenim vermeye çalışması DP’nin siyasal kültür üzerindeki büyük etkisinden kaynaklanmaktadır. Aşağı yukarı bütün merkez sağ partilerin gerek ekonomik, gerekse siyasi programları DP çizgisinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Partinin halk tabanı ile bütünleşen bir niteliğe sahip olması, halkın değerlerine saygı duyarak seçkinci gelenekten uzaklaşması ve özel girişimciliği cesaretlendirmesi partinin Türkiye’deki sivilleşmeye yaptığı büyük katkılar arasındadır.
Kaynakça
[1] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Matbaası, 1967, s. 126
[2] http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=599
[3] Nilgün Gürkan, Demokrasiye Geçişte Basın (1945-1950), İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s. 188.
[4] Nilgün Gürkan, Demokrasiye Geçişte Basın (1945-1950), İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s. 188.
[5]Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 136.
[6]http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=599
[7] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s.159
[8] Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş (1946-1950), s. 240.
[9] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 191.
[10] A.g.e., s. 192.
[11] Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş (1946-1950), s. 270-271.
[12] Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş (1946-1950), s. 273.
[13] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 204.
[14] A.g.e., s. 206.
[15] http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=599
[16] http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=599
[17] http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=599
[18] http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=599
[19] http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=599
[20]Kemal Karpat,Demokrasi Tarihi, s. 361.