Dünyayı etkileyen sanayi devrimi küreselleşme olarak adlandırılan yeni bir süreci ortaya çıkarmıştır. Küreselleşme, son yirmi yıl içerisinde, uluslararası politika ve diplomasi alanında bu alana ait akademik çalışmalarda en çok kullanılan terimlerin başında gelmektedir. Bu özelliğine rağmen, küreselleşmenin genel kabul gören bir tanımı bulunmamakta, bu kavram birbirinden farklı anlamlara gelebilecek şekilde kullanılmaktadır. Küreselleşme, özellikle 1990’lı yıllarda gündeme gelen bir ideoloji, söylem, politik ve ekonomik ilişki ağıdır. Joseph E. Stiglitz’e göre küreselleşme ; “temelde, ülkelerin ve dünya halklarının birleşmesi (…) ulaşım ve iletişim maliyetlerini inanılmaz ölçüde azaltan, mallar, hizmetler, sermaye, bilgi ve daha az ölçüde insanların sınırları aşmasının önündeki yapay engellerin” ortadan kaldırılmasıdır(Stiglitz, 2002:31). Gordon Marshall ise küreselleşmenin, toplumsal ve kültürel düzenlemeler üzerindeki coğrafi kökenli kısıtlamaların azaldığı, insanların bu azalmayı giderek daha fazla fark ettiği bir süreç olduğunu ileri sürmektedir (Marshall, 1999:449). Küreselleşme; ülkeler arasında sınırların ortadan kalkmasıyla bilginin genişleyip tüm dünyaya yayılması, böylece dünya üzerindeki her ülkenin bilgiyi ve bilgileri kullanma olanağını elinde bulundurması ve bilgi ve iletişim teknolojisinin gelişmesi sonucunda, ürün ve hizmetlerin sınır tanımaksızın her yere girmesi sürecini kapsar ( Centel, 1998: 60, 61 ) .
Dünya yeni bir oluşumu yaşarken beraberinde de bu oluşumun getirdiği olumlu ve olumsuz sonuçlarla karşı karşıya kalmıştır. Bazıları ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel anlamda oluşan değerler çerçevesinde oluşan birikimlerin sınırların dışına taşarak, dünya geneline dağılmasını olumlu karşılarken bazıları ise bu süreci ulusların birikimlerinin aşındırılması ve özellikle ekonomik olarak yoksulluğun dönüşümü olarak kabul etmektedir. Çünkü bu hızlı hareket, dünyanın nüfus yoğun bölgelerinde ve bu hıza ayak uyduramayan farklı ülke ve bölgelerde dengesizliğe sebep olmuş dönüşüm yönünü olumsuza çevirmiştir. Küreselleşme sürecinde emek-yoğun üretimin, emek maliyetlerinin ucuz olduğu ülkelere kayması ve teknolojinin emeğin yerini alması, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde niteliksiz işgücüne olan talebin düşmesine neden olmakta ve bu durum da işsizlikle birlikte yoksulluğu da beraberinde getirmektedir.
Yoksulluk günümüzde dünyanın genelini etkileyen önemli bir sorundur ve milli gelirlerine bakılmaksızın her ülkede belli boyutlarda yaşanmaktadır. Ancak yoksulluk, sadece gelir temelli bir yoksulluğu değil, aynı zamanda temel gereksinimlerden mahrum kalmayı da ifade etmektedir. Yoksulluk olgusu, temelinde göreli bir olgudur. Bir kimsenin yoksul olarak değerlendirilebilmesi için, bulunduğu toplumdaki diğer insanlarla karşılaştırma yapılması gereklidir. Bu kişi, toplum içindeki diğer kişilerle karşılaştırıldığında dezavantajlı olarak algılanıyorsa bu kişinin yoksulluğundan bahsedilebilir.
Yoksulluğun nedenleri; gelir dağılımı, demografik unsurlar, göç, iş gücü piyasalar, istihdam sorunları ve işsizlik, şoklar, olağandışı durumlar ve savaşlar, ayrımcılık, yerleşim yeri ve siyasal/sosyolojik unsurlar, yapısal uyum programlarının etkileri ve kamu harcamalarının miktarı gibi sorunlardır.
Küreselleşme sürecinin hızlanması, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere dayattıkları yapısal uyum programları, sürdürülebilir kalkınmanın temel amaç olarak benimsenmesi yoksulluğun artmasının ve gün geçtikçe daha çok kişiyi etkilemesinin en önemli nedenleri olarak görülmektedir.
Kapitalizmin yeni bir evresi, şekil değiştirmiş biçimi ya da kapitalizmin küresel çapta etkin olabilmesi için ortaya atılan bir olgu olan küreselleşme gelişmiş kapitalist ülkelerin dünya geneline hakim olma sürecini de ifade etmektedir. Bu süreçte ülkeler arasındaki ekonomik, sosyal ve siyasal etkileşimler artmış dünya neredeyse tek bir pazar haline gelmiştir. Küreselleşme sürecinin dünya genelinde bir çok imkan yarattığı düşünülmektedir. Ancak süreç imkanların ve zenginliğin değil işsizlik ve yoksulluğun küreselleşmesi anlamına gelmeye başlamıştır. Gelişmiş ülkeler olarak adlandırılan ülkeler bu süreçte daha da zenginleşirken diğer ülkeler yoksullaşmıştır.
Küreselleşme sürecinde de kapitalist devletler diğer ülkelerin kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadırlar fakat aynı zamanda bu sürecin diğer devletlerin de yararına olduğu izlenimini yaratmaktadırlar. Hatta insanların bilincinde sistemin işleyişine katıldıkları, görüşlerinin alındığı, dünya meselelerinde söz sahibi oldukları izlenimi yaratılmaktadır. Fakat az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin bu süreçte herhangi bir etkilerinin olamadığı gibi aynı zamanda da kaynakları gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından sömürülmektedir.
Küreselleşme süreciyle yoksul ülkelerin de gelişebileceği ve gelişmiş ülkelerin seviyesine, refahına ulaşabileceği dile getirilmektedir. Bunun için yapılması gereken ise küreselleşmeyi yönlendiren ülke ve aktörlerin önerdiği “doğru politikaları” uygulamaya koymaktır. Ancak küreselleşmenin yoksul ülkelere vaad ettikleri yalandan ibarettir. Kapitalizm zorunlu olarak eşitsizlik, hiyerarşik baskı, sömürü üretmektedir ve bu durumda yoksulların zenginler gibi olabilmesi mümkün değildir. Ayrıca kapitalist sistemde birilerinin zenginliği diğerlerinin yoksulluğu ile mümkün olmaktadır. Dolayısıyla kapitalist üretim tarzı geçerliyken yoksulların zenginlikten pay almaları bir yana, aradaki gelir farkı daha da açılmaktadır. Yapısal uyun programlarının uygulandığı her ülke yoksullukla boğuşmaktadır. Bu ülkelere örnek olarak Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkeleri verilebilir.
Kaynakça
Centel, Tankut (1998); “ Küreselleşme ve Esneklik”, Küreselleşme, Rekabet Gücü ve Endüstri İlişkilerinde Dönüşüm, 5. Ulusal Endüstri İlişkileri Kongresi, Türk Endüstri İlişkileri Derneği Yay. , Ankara.
Marshall, Gordon (1999);Sosyoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.
Stiglitz, Joseph E. (2002); Küreselleşme: Büyük Hayal Kırıklığı, Plan B. Yay., İstanbul.
Şenses, Fikret(2017); Küreselleşmenin Öteki Yüzü Yoksulluk, 8.Baskı, İletişim Yay., İstanbul.