LİBERALİZMİN TÜRKİYE’DEKİ KONUMU
Zühtü Arslan’a göre; Liberal düşünce Türkiye’de hem egemen hem de muhalif konumdadır.
EGEMENDİR; çünkü,
Osmanlı ve Türk modernleşmesi, siyasal ve anayasal düzlemde liberalleşmeyi ön planda tutmuştur. Örneğin, modernleşme sürecinde benimsenen ilkeler ve kurumlar, anayasa, hukukun üstünlüğü, parlamento, hak ve özgürlükler, serbest piyasa hareketleri ya da Osmanlı’daki monarşiden meşruiyete geçişteki anayasal düzen, Türkiye’de liberalleşmenin kurumsal anlamda hayata geçirildiğinin göstergesidir.
Günümüzde de eksikliklerine ve kısıtlamalarına rağmen anayasanın öngördüğü siyasal model biçimsel olarak LİBERAL DEMOKRASİDİR. Ancak bu demek değildir ki işleyişte kurumsal mekanizmalar, siyasal kurumlar, yargısal kurumlar liberaldir!!!!! Arslan’a göre aksine Osmanlı’dan bu yana hiçbir dönem liberal işleyiş, ne siyasette, ne hukukta ne de sosyal-kültürel hayatta egemen konumda olamamıştır. Mesela kendisini liberal olarak tanımlayan bir parti hiç iktidar ortağı olmuş mudur? Hayır.
Ya da yargı ve hukuk camiası liberalizmin karşısında hep statükonun korunmasını seçmiştir. Kültür ve sanat dünyası ise genelde Sol’un hegemonyası altında kalıp daha özgür ve de özgün olamamıştır. Türklerin liberalizm ile erken tanışıp onu geç tanımasından kaynaklanıyor da olabilir. Ancak liberal düşüncenin yada politik liberalizmin Türk toplumunda hiç etkisi olmadı demek yanlış olur. Zira Ahrar fırkasından SCF’ye, Demokrat Parti’den Anavatan Partisi’ne milliyetçi / muhafazakar bu partilerin parti programlarında ve uygulamalarında bu iki akıma eklemlenmiş bir LİBERALİZM görmek mümkündür. Yine de liberalizmin bu örneklerinin görülmesi aslında onun ülkede muhalif konuma sokulmasında da bir engel teşkil etmeyecektir.
Arslan’a göre ZİZEK’in liberalizmin boyutları üzerine yaptığı tanımdan hareketle, bizde liberalizm ideolojinin uygulandığı dışsallık ve yeniden üretildiği siyasal alan olarak vücut bulmuştur. Yani demek istediği, bizde liberalleşme, BATILILAŞMA olarak ortaya çıkmış ama çakma bir yan ürün gibi durmuştur. Ekonomik alanda liberalleşme olurken, BASIN, ADİL SEÇİMLER konusunda ne kadar özgür olduğumuz konusunda hep bir çelişki yaşanmıştır.
Toplum olarak liberalleşmeyi ekonomide benimserken, gündelik yaşamda siyasa olarak ya da toplum gerçekliğinde görmemişiz, benimsememişiz. Bu bağlamda Türkiye’de liberalizmin önündeki engelin YAPISAL ve KÜLTÜREL olarak değerlendirilebileceği söylenebilir.
YAPISAL ENGELLERE:
- Siyasal sistemin militaristliği
- Devletin ideolojik olarak örgütlenmesi
- Sivil toplumun gelişmemesi örnek verilebilir.
KÜLTÜREL ENGELLERE:
Birey, toplum ve devlet kavramlarının liberal zihniyetle bağdaşmayacak şekilde algılanması örnek verilebilir. Mesela ‘her Türk asker doğar’ sözüyle birey varlığını devlete adarken liberalizmin öncelediği bireyin birincilliği değerinden uzaklaşılmaktadır.
LİBERALİZM VE YAPISAL ENGELLER
Liberal siyaset teorisinde temel varsayım, toplumu oluşturan farklı bireylerin ,birbiri ile çatışmadan, kendi dünya görüşleri çerçevesinde yaşamlarını sürdürmek olgusudur.
Burada liberal bir devlete düşen sorumluluk ise, bu farklı bireylerin farklı dünya görüşlerini, yaşam tarzlarını, ideolojilerini, dini görüşlerini özgürce yaşarken birbiri ile çatışmayan bir ‘iyi’ ortamını yaratmaktır. Bunu yaparken de barışçıl ve eşitlikçi, adaletli ve çoğulcu mekanizmalarını kurup çalıştırması gereklidir.
Liberal devletin bu olguları bağlamında Türkiye’deki devlet ideolojisi olarak bilinen KEMALİZM’in katı ve otorite tutumu liberal tarafsızlığın önündeki yapısal engellerden birisi olarak değerlendirilebilir. Kimilerine göre Kemalizm katı bir ideoloji değil aksine esnek iken, onu bu hale getirenin TARAFTARLARIdır. Nasıl mı? Şöyle ki;
Kemalist devrim, muassır medeniyet düzeyini Batı’daki siyasal ve hukuksal kurumların aynen alınması olarak gösterip, hukuksal, kültürel ve siyasal alanda batı yanlısı dururken, bugün aynı ideolojinin diğer veya aynı taraftarları, batı karşıtı bir kampanya yürütmektedir.
Resmi devlet ideolojisinin katılaşmasına sebebin sadece taraftarları olduğunu söylemek mümkün müdür peki? İdeolojinin kurucularının kendi söylemlerinde bu katılığı görmek mümkün olamaz mı?
Arslan’a göre Kemalizm diğer birçok ideoloji gibi aynı sebeplere kurban gitmiştir. Taraftarlar, ideolojiyi kuranların söylemlerini farklı yorumlayıp, bu yorumlarını çok kere dillendirerek artık ideolojinin bir söylemi haline getirmiştir.
Kemalizmin başlangıçta Ziya Gökalp’ten onun da Durkheim’den aldığı korporatist yaklaşım (özel sektör asli olmakla beraber toplumun her bir ferdinin sınıfsız ve imtiyazsız şekilde amacını ve faaliyetlerini devlet adına yapması, yetersiz kalması halinde devletin dahil olması) ve ittihadçı gelenekten gelen otoriter siyaset anlayışının milliyetçilik ve devletçilik ile birleşmesi, çoğulculuk karşıtı muhafazakar kesimin ideolojik silahı haline gelmiştir yani kimi kesimlerce emellerince kullanılmış bu da ideolojiye zarar vermiştir.
Diğer yandan Kemalizmin esnek ve de değişime ve ilerlemeye açık bir ideoloji olması sebebiyle, daha liberal ve batıcı kesiminde benimsemesinde rolü vardır. Bu kesime AYDIN YALÇIN’ın yeni forum çizgisi örnek verilebilir. Bu kesim çıkardığı dergilerde çizgilerinin liberal, özgürlükçü, halkı bilinçlendirme konusunda ‘aydın’ sorumluluğunu taşıyan, zaman zaman devletçi olmakla beraber buna destek vermelerinin şartının özgürlükçü düzenin sürekliliğini garanti eden bir devletin varlığı halinde olacağını söyleyen, sosyalizme yaklaşmakla beraber son tahlilde ‘orta’nın solunda’ konumlanmış olan bir kesimdir. Lakin demokratik ve özgürlükçü bir rejim adına 1960 ve 1980 darbesini olurlayan yaklaşımları da ilginçtir. Kendileri bunu devletçilikleri olarak yorumlamaktadırlar.
Yine bir kesim sosyalist-liberallerin Kemalizmi benimsemelerinde egemen ideoloji ile barışık olma stratejisinin belirleyici olduğu söylenebilir.
Görüldüğü üzere, Kemalizme bağlanan taraftarları farklı yönlerden bağlanmışlar bu da yorum farkılıkları sebebiyle onun katı bir tutum almasına yol açmıştır. Sonuçta da Türkiye’de liberalizmin gelişmesinin önünde bir engel olarak yer almıştır.
Devlet ideolojisi olan Kemalizmin, liberal düzenin temel ilkesi olan çoğulculuk kavramına, düşünce, ifade özgürlüğüne, siyasi tarafsızlığa, farklı düşünce ve yaşam tarzlarına karşı anayasal, hukuki ve siyasal düzende tek tip yaklaşımı benimseyip diğerlerini dışarıda tutması bu ilkelerin gelişmesine engel olmuştur. Tek doğru vardır anlayışıyla hareket eden ideoloji bu sefer dost/düşman ayrımına neden olmuştur. Konsensüs ya da bireylerin farklılığı ve farklı kimliklerin taleplerine karşı retçi yaklaşıp liberal özgürlüğü ve onun gelişimini olumsuz etkilemiştir. Sürekli yeni bir düşman yaratıp, hoşgörü ve çoğulculuktan uzaklaşmıştır. Son tahlilde ise liberal siyaset toplum ve Kemalizmde kendine yer bulamamış hatta onun tarafından engellenmiştir.
Diğer yandan bu resmi devlet ideolojisinin ve rejimin koruyucusu ve kollayıcı olarak kendilerini addeden sivil-asker bürokrasisi, toplum üzerinde baskı ve denetim kurarak liberalizme engel olan bir olgudur. Çünkü liberalizm’de sivil iradenin siyasal üstünlüğü ve özgürlüğü vardır. Ancak kurumsal işleyiş ne kadar liberalist gözükse de uygulamada yaptıkları bununla çatışmaktadır. Örneğin militarist siyasetin Türk siyasal hayatında belirleyici oluşu ve asker bürokratların siyaset üzerindeki buyurgan siyasi tavrı hem sivillerin siyasete katılımını ve taleplerini engellemiş hem de bu özgürlükten mahrum bırakmıştır.
Liberal düşünce sivil siyaseti birincillerken bunu Türkiye’de hayata geçirmenin tek yöntemi ise demiliter olmaktan geçiyordu. Bu bağlamda 1980 darbesinin ardından liberal politikaların benimsenmesiyle sivil siyasete geçme ve askeri siyasetten arındırma çabaları görülecektir.
Bir noktaya daha temas etmeliyim ki Kemalizmin kurucularının ya da ilham kaynaklarının bu katı yaklaşımı benimsemediklerini, onu bu hale getirenlerin farklı yorumlayan taraftarları olduğu anlaşılsın.
Osmanlı’nın son dönemlerinde meşruiyeti tekrardan yürürlüğe sokma çabaları mevcuttu. Reval görüşmelerinin duyulmasının İTC’cilerde yarattığı etki sonucu meşruiyeti yeniden hayata geçirmek için Abdulhamid’e baskı olması sebebiyle Makedonya’da dağa çıkan Enver Paşa ve bazı askerler, İstanbul’u basıp padişaha zorla meşruiyeti yürürlüğe sokturacağı tehditleri savurup, İstanbul‘da, Makedonya’da başlattıkları birtakım isyanlar sonucu emellerine ulaşmışlardı. İTC o dönem kadrolarını hep askerlerden oluşturmuştu. Enver, hafız hakkı, Kut’ül Amare kumandanı Halil beyler başta olmak üzere birçok asker ve bürokrat İTC’ciydi.
ENVER’e ve İTC’ye o dönem karşı çıkan bir isim vardı. SURİYE cephesinden MUSTAFA KEMAL!
Mustafa Kemal’in Suriye cephesinden yazıp gönderdiği bir telgraf İTC içinde hayli tartışılıyordu. Zira Mustafa Kemal İTC’nin asker yapısından ve askerinde siyasete karışmış olmasından hatta ordu içinde İTC’ci/ diğerleri ayrımından ötürü er ve subayların, mirliva hatta feriklere dahi hiyerarşik düzen aleyhinde karşı gelip emirlerini dinlememesinden dolayı öfkeliydi. Bu hareketin bir yanlış içinde olduğunu, askerin siyasete karışmaması gerektiğini söylüyordu.
Buradan hareketle, Kemalizmin kollayıcısı asker ve bürokrasisinin bu misyonu benimsemelerinin Kemalizmin kurucularının etkisinden ziyade kendi keyfilikleri olduğunu söylemek, Kemalizmin değiştirildiğinin kuvvetli bir kanıtı olacaktır kanaatimce.
İşte 1980 sonrasında askeri ve bürokrasiyi bu ortamdan uzaklaştırıp sivil siyasete geçme çabaları görülecektir. Bunu sağlamanın en önemli yolu ise demiliter bir siyasi ortam yaratmaktan geçiyordu. Burada AB ve diğer dış güçlerin bir baskısının olduğunu söylemekte mümkündür. Zira liberal Avrupa’nın, globalleşmeyle birlikte militer toplumları kendilerine benzetme tutumu vardı.
Liberalleşme batı’da burjuvazi eliyle olmuştur. Lakin bizde tam tersine liberal ortamı sağlayacak bir sosyete yoktu. Devlet bu sosyeteyi kendisi yaratıp, ideoloji olaraksa kendi fikrini benimsettiği için bu yeni zenginler sınıfının liberalleşmeyi savunma gibi bir durumu yoktu. Onlar aksine taraftarların yarattığı Kemalizm ekseni çerçevesinde siyasal olarak statükocu olup çoğulculuk karşıtı olurken, bazı durumlarda da askeri müdahaleyi destekleyecek konumda olacaklardı. Dolayısıyla hem askerin-bürokrasinin hem de sermaye sınıfının bu durumu Türkiye’de liberal ortamın kurulmasını yapısal olarak engellemiştir.
Yine sivil topluma bakacak olursak, bu kesim Osmanlı’dan bu yana modern Türkiye’de de siyasete katılabilen ve onu etkileyip yönlendirebilen konumda olmamıştır. Hem halkın cahilliği gereği hem de padişahın kullarını kolay yönetmek için üstlendiği tutum hem de Osmanlı’daki gibi ‘hikmet-i hükümetin’ gördüğü lüzum üzerine devlet seçkinlerinin sivil toplum üzerinde kurduğu baskı ve denetim onu liberal akıma yönelme noktasında engellemiştir. Ki bu yüzdendir Aydın Yalçın ve Yeni Forum’un aydın sorumluluğunu üstlenip halkı liberalizm konusunda bilinçlendirme çabası.
LİBERALİZM VE KÜLTÜREL ENGELLER
Türkiye’de liberalizmin gelişimini engelleyen bir diğer husus, kültürel engellerdir. Bu engel birey-toplum-devlet bağlamında görülmekle birlikte bunların arasındaki ilişkiyi belirleyenin temelde devlet anlayışı olması bireysel özgürlüğün gelişimini dolayısıyla da liberalizmin gelişmesini engellemiştir.
Liberalizm ‘de devlet kötüdür çünkü bireyi ve toplumu kısıtlar ancak gereklidir. Dolayısıyla hep birlikte var olacak isek devletin bu gücünün sınırlandırılması gerekir. Bu da anayasa, siyasal kurumlar vs. aracılığı ile olur. Devletin sosyal ve ekonomik hayata müdahalesini ne kadar kısıtlar isek o kadar özgür oluruz temel mantık.
Bu durum Türkiye’de tam tersidir. Bireyler varlığının mevcudiyetini devletin var olmasına ve kudretine bağlamıştır. Devlet her şeyden ve herkesten üstün ve ötesinde olmalıdır. O yüzdendir ki yüce devletimiz gibi sıfatların kullanılması onu tanımlarken.
Rousseaucu devlet ülkemizdeki sağ kesimde derin tesirler yaratmıştır. Onun her hal ve koşulda devletin yüksek bir otoriteye ve kudrete sahip olması gerektiği düşüncesi, mesela Nurettin Topçu üzerinde etkilidir. Ona göre; devlet basit anlamda kurumlardan oluşan, bireysel hakları ve özgürlükleri koruyan bir araç olmaktan ziyade ulu bir varlıktır.
İRADENİN DAVASI: DEVLET VE DEMOKRASİ kitabında kendi iktidarını maksimize eden ferdin ya da bireylerin ihtiraslarına siper olan toplumun/zümrelerin değil, bireyleri ve zümreleri kendi benliğinde eriten ULU bir devletin olması gerektiğini söyler.
Bu bağlamda Türkiye’nin kurtuluşu için şu sözleri söyler:
‘’Türkiye’nin kurtuluşu, liberal ekonomi esasına dayanarak milletimizin tarihi ve geleneksel devlet anlayışını gömmeyi gaye edinen bir demokrasi rejimi ile değil, devrin umumi idare çerçevesine uygunluğu zorunlu görünen şekli ne olursa olsun, onun içinde otorite ve mesuliyet ruhunu yaşatabilecek devletin eliyle ancak başlayacaktır.’’
Bunun yanısıra Türkiye’de devlet paternalist ilişkiler etrafında şekillenmiştir. Bireyler devleti çok sık ‘BABA’ VE ‘ANA’ kelimeleri ile tanımlarlar. Devlet baba lafı bireylerce devleti iş, aş kapısı olarak görmenin ya da devletinde kendisini bu tür imkanları bireylere–topluma dağıttığı bir lütuf olarak görmesinden dolayı söylenir.
Yine “kurtar bizi baba” sloganları, Tansu Çiller’e söylenen ‘bacı’, Demirel’e söylenen ‘baba’ lafları gibi yakıştırmalardan etkilenen devlet yöneticilerinin de baba gibi davranıp halkı o şekilde yönetmesine neden olmuştur.
Bundan hareketle devletin halkı koruyup koruması isteği tabir-i caizse ‘ayı yavrusunu severken öldürürmüş’ halini almıştır. Bu sebeple onu korumaya yönelik uygulamalar otoriterleşmeye sebep olmuştur. Sadece bu değil ülkede kullanılan ‘dış mihrakların oyunları ve tehditleri ‘argümanı devletin daha korumacı olması gerektiği konusunda öne sürülmüştür. Bu yüzden kendisini devletin koruyucusu olarak gören bürokratik kurumlar ve de siyasi yöneticiler giderek baskıcı olmuşlardır.
Kant’ın da dediği gibi ‘devletin babanın çocuklarına davrandığı gibi halka merhamet gösterisinde bulunan bir devletin yönetiminde yönetilen halk, kendileri için neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veremeyecek bir pasifliğe itilecektir. Bu sizin yerinize doğrusunu biz düşünürüzcülük aslında despotizmin bir göstergesidir.
KOLEKTİVİST KÜLTÜR
Türkiye’de paternalizmi besleyen bir diğer husus ise kolektivist kültürdür. Tarihsel ve kültürel nedenlerden ötürü bizim topraklarımızda bireycilik pek gelişmemiştir. Daha çok topluluklar, cemaatler halinde yaşamlarını hem kültürel hem siyasal alanda sürdüren Türk insanı, bireye vurgu yapan bir konumla hiç karşılaşmamıştır.
Bu yüzden olacak ki bu topraklarda liberalizmin yayılmasındaki engellerden biri de budur. Prens Sabahaddin bu durumu 1913 yılında yazdığı ‘Türkiye nasıl kurtulabilir ?’ adlı kitabında özetle şöyle anlatıyor:
‘Kamusal hayatı özel hayat üzerinde hakim kılan cemaatçi yapıda yönetim şekli ne olursa olsun sonuç daima aynıdır: Siyasi zorbalık ve sosyal bayağılaşma! Kurtuluşumuz cemaatçi yapıdan bireyci yapıya geçerek sağlanacaktır.’
Kısaca Türkiye kolektivizm ile bireycilik arasında sıkışıp kalmıştır. Bireycilik yüzümüzü batıya dönmenin sonucu olmuşken, kolektivizm ise Osmanlı’dan kalan kuvvetli bir kültürel miras olmuştur.
Kimilerine göre bu kolektivist yapının halen Türkiye’de korunmasının sebebi DİN’dir. Birey, devlet ve toplum kavramları arasındaki yatay ve dikey ilişkiler hala dinin etkisi altında belirlenmektedir.
Toplumdaki İslama dönük; onun cemaatçi toplum ve siyaset yapısını savunduğu, bireyden çok toplumu ön plana çıkardığı düşüncesi kolektivizmin neden güçlü olduğunu açıklayabilir. Buradan hareketle bireylerin ya da toplumun siyasal alanda ya da siyasal otorite karşısında neden kolektivist olarak tavır aldığı dinin etkisiyle açıklanabilir.
Aksine İslama dönük toplumlarda onun daha bireyci,özgürlükçü, minimum devleti savunduğunu düşünen görüşler de vardır. Bu açıdan bakılınca da, bireyi önemseyen, onu özerkliği ile toplumun ayrılmaz bir parçası olarak gören, çoğulculuğu esas alan, öteki diye ayrıştırılanları da benimseyen bir İslam anlayışı ortaya çıkmakta olup liberalizmi besleyecek bir damar bulunmuş oluyor.
Ancak İslam-liberalizm ilişkisinin Türkiye’de gelişmesi din ve devlet ilişkilerinin daha özgürlükçü olmasıyla sağlanabilir. Zira laiklik ilkesi ile ayrıştırılmak istenen din ve devlet işleri ne yazık ki bu topraklarda ne doğru uygulanabilmiş ne de doğru anlaşılabilmiştir.
Devlet laikliği bir yandan dinden beslenen kolektivist yapıların taleplerini bastırmak olarak görmüş iken, diğer yandan meşruiyetini sağlamak için kullandığı bir aygıt olarak görmüştür. Bu yüzdendir ki laikliğin, din ve vicdan hürriyetini kısıtlayıcı olarak ortaya çıkan uygulamaları liberalizme karşı toplumda bir iticilik üretmiş olabilir.
Yine Türkiye’de liberalizmin geniş kitlelerce kabul edilmemesinin diğer sebebi yerli ve milli bir hareket olmamasıdır. Tıpkı diğer akımlar gibi örneğin sosyalizm vs. liberalizm de dışlanmış, gavur işi olarak görülmüştür. Ancak sormam gerekir ki milliyetçiliğe olan samimiyetin sebebi nedir? O da dışarıdan gelen bir akım değil midir?
SONUÇ
Batı’da ortaya çıkan liberalizmin, ortaya çıktığı ortamın koşulları ile Türkiye’deki koşullar her ne kadar farklı ve engelli olsa da, globalleşen bir ortamda, benzeşmeye başlayan kültürler, teknoloji ve ekonomik sebeplerden ötürü refah durumlarını ve rakiplerini görecek olan toplum ve bireyleri, her ne kadar kolektivist bir yaşam tarzına sahip olsa da bunun etkisiyle kendisini bir değişim ve dönüşüm içerisinde bulacaktır. Her ne kadar toplumu hikmet-i hükümet ile dizginlemeye çalışırsak çalışalım dünya eskisi kadar büyük, mesafelerde eskisi kadar uzak değil. Son tahlilde fikirlerin yayılması ve düşüncelerin sorgulanması engellenemeyecek ve Türkiye’de bireyselcilik kendisini yeniden üretecektir.
*DİPNOT: Bu yazı Zühtü Arslan’ın aynı isimli makalesinin değerlendirmesi ve özeti niteliği taşımaktadır.Yazarın makalesi özetlenirken, bazı bölümleri kendi bakış açımla değerlendirilip, yorumlanmış ayrıca yeni birkaç paragraf eklenmiştir.
Kaynakça:
Zühtü Arslan- (makale)- Türkiye’de liberal düşüncenin gelişmesinin önündeki engeller
Birikim dergisi- Ali YALÇIN ve yeni forum hakkındaki yazı
Murat Bardakçı- ENVER kitabı