İncelenen kitap, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Prof.Dr.Tayfun Çınar’a aittir. Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim dalı, Kent ve Çevre Bilimleri Programı’nda doktora tezi olarak sunulmuş, 2002 yılında Prof.Dr.Ruşen Keleş, Prof.Dr.Gönül Tankut, Prof.Dr.Can Hamamcı, Prof.Dr. Ömür Sezgin ve Prof.Dr.Birgün Ayman Güler’den oluşan jüri tarafından pekiyi derece ile kabul edilmiştir. Daha sonra 2004 yılında Mülkiyeler Birliği Vakfı Yayınları tarafından kitap haline getirilmiştir. Kitap, 268 sayfadır ve iki bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerin de kendi içerisinde alt başlıkları bulunmaktadır. Alt başlıklar oldukça fazladır ve bir başlık altında anlatılan konu sürekli olarak tekrarlanmıştır. Bu durum okuyucuyu sıkan bir etki yaratırken, akıcılığı zedelemektedir. Kitap, akıcılıktaki dezavantajlı durumuna karşın oldukça sade bir dille yazılmıştır. Ayrıca doktora tezinden dönüştürülen bir kitap olduğu için kitapta, “Giriş”, “Sonuç” ve “Özet” bölümleri de yer almaktadır.
Kitapta geçmişten günümüze farklı toplum ve devlet örgütlenmelerinde başkentler, başkentlerin ne zaman gerçek anlam kazanmaya başladığı, başkentlerin değiştirilme nedenleri ve dünyadaki başkentlik sorununa paralel olarak ülkemizdeki; 13 Ekim 1923’te Ankara’nın, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti ilan edilmesinden bu yana gelişen başkentlik tartışmaları incelenmiş ve buna yönelik olarak çıkarımlarda bulunulmuştur.
Başkent, ayrı bir siyasal birimin, özeksel hükümetin yerleşim özeğidir. Bu bakımdan yeryüzünde başkent işlevini yerine getiren pek çok kent bulunmaktadır. Günümüze kadar gelen süreçte başkent olmuş kentlerin aynı özellik gösterdiği görünmektedir. Ancak başkentlerdeki ticaret endüstri ve hizmet işlevleri diğer kentlerde de görülmektedir. O halde başkent olmanın ölçütü nedir? Bu ölçüt yönetme işlevidir. Siyasi iradenin kararıyla bir kent başkent olmaktadır ve siyasi irade istediği sürece başkent olarak kalmaktadır.
Başkentlerin işlevsel ve konumsal nitelikleri, üretim biçimlerindeki değişime, buna dayalı sosyo-ekonomik yapıdaki dönüşüme bağlı olarak tarih içinde dönüşmüştür. Bunun yanı sıra, başkentlerin işlevsel ve konumsal özellikleri farklı siyasal ve yönetsel yapılanmalara göre de değişiklikler göstermektedir. Tarihte kent-devletleri, bölgesel devletler, imparatorluklar, ulus-devletler gibi farklı siyasal ve yönetsel örgütlenmelere rastlanmaktadır. Söz konusu siyasal örgütlenmelerin her birinde başkentler farklı işlevsel özelliklere sahip olmuştur.
Endüstri Devrimi öncesinde kent-devletleri, bölgesel devletler ve imparatorluklarda gerçek manada başkentlerin varlığından söz etmek pek olanaklı görülmemektedir. Örneğin; Helenistik Dönemde klasik kent-devleti niteliğinden uzaklaşan Atina, diğer kent-devletleri ve pek çok yerde kurulmuş koloniler üzerinde sağladığı egemenlikle bölgesel bir devlet niteliği kazanırken, Atina kenti koloni özeklerinin yönetildiği bir başkent konumuna ulaşmıştır. Ancak yine de bu dönem de başkentlere dayalı kentsel bir dizge söz konusu olmamıştır.
15.ve 16. yüzyıllarda, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, parçalı erk yapısındaki bir kentsel sistem söz konusu olmuştur. Ancak kapitalizmle birlikte söz konusu parçalı kentsel dizge bütünleşmeye, başkentler ise gerçek anlamlarını kazanmaya başlamıştır.
Batı’da feodal kent devletleri ve imparatorlukların ulus-devletleşme sürecine girmeye başlamasıyla birlikte başkent olarak nitelendirilen kentlerin işlevleri türlü yönlerden değişerek artmış, başkentlik olgusu ekonomik altyapının dönüşüm sürecinde önem kazanmıştır.
Endüstri Devrimi sonrasında, Kıta Avrupası’nda başta başkentler olmak üzere önde gelen kentler kökten değişime uğramışlardır. Değişen ekonomik ve toplumsal yapıya bağlı olarak Avrupa’daki geleneksel kentler büyük ölçüde değişerek yeniden yapılanmıştır. Bu bağlamda yeni kentsel dizgede bazı başkentler varlıklarını koruyarak yeniden yapılanmışlardır. Özellikle 20.yüzyılla birlikte, yeni başkentlerin kuruluş amaçları değişmiştir. 20.yüzyılda başkentlerinin yerini değiştirmeyi bir siyaset aracı olarak kullanan devletler ortaya çıkmıştır. Değişen iktidar ilişkileri bağlamında yeni devlet düzenine geçen ülkelerin bazılarında eski başkent yerine ülkenin özeğine yakın bir yerde yeni başkentin kurulması gündeme gelmiştir. Farklı ülkelerde farklı zamanlarda, iktidar çatışmalarının ve bölüşüm ilişkilerinin odağı haline gelmiş olan başkentlerin değiştirilmesine yönelik kararlar, devletlerin dayandığı toplumsal, ekonomik ve düşüngüsel yapıdaki dönüşümlere bağlı olarak Hindistan, Brezilya, Avustralya, Honduras, Pakistan, Nijerya ve Türkiye gibi ülkelerde yaşama geçirilmiştir.
Yazar kitabında değişen başkentlere örnek olarak ABD-Washington, Avustralya-Canberra, Brezilya-Brasilia ve Pakistan-İslamabat’ı vermiş, bunların Türkiye’de ki başkent değiştirme girişiminden farklılığını ortaya koymuştur.
Washington ABD’nin New York’a göre daha az gelişmiş ve sadece yönetim işleviyle görevi kılınan ve ulus-devleti bütünleştirme amacıyla başkent ilan edilen bir kenttir.
Canberra’da tıpkı Washington gibi Avustralya’nın Sydney ve eski başkent Melbourne’a göre daha az gelişmiş bir kentidir ve ulusal birlikteliği dışa vurmak için başkent olarak ilan edilmiştir. Bu Avustralya’da 20.yüzyılın hemen başında tanık olunan ve tüm dünyanın ilgisini üzerinde toplayan ilk ve önemli bir başkent değiştirme örneğidir.
Brezilya’da ise federal başkent işlevlerinin Rio de Janeiro’dan alınıp ülkenin içlerinde imar edilecek yeni bir başkent Brasilia’ya taşınması kararı bölgesel gelişme politikalarının uygulamaya konması amacıyla alınmış bir karardır.
Pakistan’da başkent için yeni bir yer arayışı, ülkenin Hindistan’dan ayrılarak bağımsızlığına kavuşmasıyla 1948 yılından itibaren başlamış, 1958’de ulusal başkentin Karachi’den Islamabad’a taşınacağı ilan edilmiştir.
Islamabad, Rawalpindi ile yüksek tepelerin arasına sıkışmıştır. Bu durum önceden hazırlanmış bir plana dayalı kurulmuş Washington, Canberra, Brasilia gibi başkent örneklerinin hiçbirinde bulunmayan ve istenmeyen bir özelliktir. Söz konusu kentlerin hepsi açık alanda imar edilmişlerdir. Brasilia ve Canberra’nın, Washington örneğine benzer olarak büyük ölçüde tek bir işlevle yani yönetim işleviyle donanmış küçük bir kent olmaları planlanmışken, Islamabad baştan itibaren çok yönlü bir başkent niteliğine sahip olmuş ve kısa sürede Pakistan’ın en büyük kentlerinden birisi haline gelmiştir.
Ankara ise dünyadaki başkent değiştirmelerine bir diğer ve daha önce verilen örneklere nazaran farklı bir örnektir. 13 Ekim 1923’te başkentik işlevinin İstanbul’dan alınıp kurtuluş mücadelesinin özeği haline gelen Ankara’ya verilmiş olması günümüze değin uzanan türlü tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Ankara’nın Ulusal Mücadelenin özeği haline gelmesinde kentin jeopolitik konumu, yollar kavşağında bulunması, özek bir konumda olması, demiryolu ağıyla Batı illeriyle, özellikle İstanbul’la bağlı olması ve kentinin savunma olanaklarının diğer kentlere göre daha elverişli oluşu etkin bir rol oynamıştır.
Yazara göre Ankara’nın başkentliği, Osmanlı’nın son dönemlerinde yabancı ülkelerle kurulan bağımlılık ilişkilerine bürokratik bir tepkidir. Yazar; Ankara’nın başkent ilan edilmesini ekonomik düzeyde feodal üretim biçiminden kapitalist üretime geçişi, siyasal anlamda dinsel ve geleneksel “ümmet” anlayışından “ulus” bilincine dayalı ulus-devlet düşüncesine geçişi ve hukuksal olarak bu yeğlemelerin üstyapı kurumlarına yansımasını gerektirdiğini söylemiştir. Kemalist devrimlerin başlatılması, uygulamaya konması ve büyük ölçüde amacına ulaşması, başkentlik işlevinin İstanbul’dan alınıp Ankara’ya verilmesiyle sıkı sıkıya bağlı olduğunu vurgulamıştır. Tarihsel süreçte baktığımız zaman bu saptamanın doğru olduğu söylenebilir. Çünkü eğer başkent İstanbul’da kalsaydı, emperyalist güçlerin etkisi altında olan İstanbul’dan sağlıklı bir milli mücadele başlatılamaz, devrimler gerçekleştirilemezdi.
Bunun dışında yazar; Ankara’nın başkentliğine karşı çıkıp, Ankara’nın tarihsizliğine vurgu yapanları eleştirmiş; Ankara’nın kuruluşunun Firig Kralı Midas’a değin uzandığını, Hititler ve Romalılar döneminde önemli roller üstlendiğini, Selçuklular Döneminde bin yıl “garnizon kenti” olarak varlığını sürdürdüğünü söylemiştir. Osmanlı’da da önemli görevler üstlenen Ankara’nın en karanlık günlerini kentin ticaretinin çökmesiyle birlikte Tanzimat Dönemi’nde yaşadığını belirtmiştir. Kısacası yazara göre Ankara “Yoktan var edilen bir kent” değildir.
Yine yazara göre Ankara’nın başkent seçilmesi federal yapıya sahip devletlerde federal devletle federe birimler arasında bir denge unsuru oluşturulmasına yönelik bir girişimin sonucu değildir. Bu nedenle Ankara, devlet özeği kabul edildikten sonra, Washington, Canberra, Brasilia gibi, federal devletlerin başkentlerinde izlenen kentsel büyüme stratejilerinden farklı bir gelişme eğilimine sahip olmuştur. Gerçekten de bakıldığı zaman söz konusu başkentler, kuruluş amaçları gereği tek yönlü olarak yönetim işleviyle donanmış bulunduklarından, bunların büyüme hızları sınırlı olmuş; bulundukları ülkelerdeki kentsel coğrafyada yeni kurulmuş başkentler metropoliten alanlar haline gelmeyip küçük yerleşim yeri konumunda kalmışlardır. Başkent Ankara ise devlet özeği olmasından itibaren kent yönetim işlevinin yanı sıra çok yönlü işlevler kazanmış; buna dayalı olarak ülkenin önemli gelişme kutuplarından biri haline gelerek metropoliten bir özek haline dönüşmüştür. Bu açıdan başkent Ankara, Washington, Brasilia, Canberra gibi planlı bir biçimde imar edilmiş başkentlere kuruluş amacı gereği benzememiş; Londra, Paris gibi çok önceden başkent kabul edilmiş, çok işlevli metropoliten kent örneklerine yakın bir gelişme çizgisinde yer almıştır.
Sonuç olarak yazar, küreselleşme ile birlikte dünyada var olan kentsel dizgenin değiştiğini, başkentlerin yer seçimi sorununun mekansal bir ölçek olarak teknik bir seçim olmanın ötesinde, siyasal boyutları bulunan, bazen de sınıfsal ilişkileri değiştirmeye değin uzanabilen yer seçim kararlarına dayandığını göstermeye çalışmıştır. Bu süreçte ekonomik ve siyasal yapı ulusal ölçekten yerele doğru, doğrudan başkent eliyle yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır. Bu durum Türkiye’de ki başkentlik tartışmaları nezdinde değerlendirildiğinde; gerçekleştirilmek istenen bu proje kapsamında, başkentteki işlevsel değişim, büyük ölçüde küresel sermayenin istemleri doğrultusunda İstanbul özekli sermaye tarafından yönlendirilmekte, izlenen bu politikalar, emeğin çıkarları açısından önemli olumsuzlukları da beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda başkent ve ulusal düzey, küresel sermaye süreçlerinde kaybedenler açısından giderek siyasallaşmaktadır.