Hayatı bir birey için zorlaştıran çoğu zaman başka bir insandır ve toplumların koymuş oldukları normlardır. Normlara uymayanlar, genel kabullerin dışında hareket edenler toplum dışına itilir.
Toplumlar ve bireyler, kendilerindeki eksiklikleri gidermek adına bir “kurtarıcı” yaratmışlardır. Kurtarıcılar; destanlarda, Marvel filmlerinde, reklamlarda hayatın pek çok alanında karşımıza çıkarılmıştır. Çocuklar ve gençler kusursuz figürlere benzemek adına çaba sarf etmeye başlamıştır. Ne olursa olsun birey kendi başarısından, kendi fiziki görünümünden mutlu olmaz, kendini yetersiz hisseder ve çağımız “ımposter sendromu” ile baş etmeye çalışan bireyler çağına dönüşür.
Patriyarka ve Ataerkil Sistem
“Patriyarka’’ yani “ataerkil” sistem, son dönemde özellikle kadın örgütleri tarafından sıklıkla gündeme getirilen bir kavramdır. Aslı Yunanca olan bu kelime, baba ve hükmetmek kavramlarının bir araya gelmesinden oluşmuştur. Özünde erkek otoritesine dayanan bir hükmetme anlayışı söz konusudur. Aile, ailenin oluşturduğu toplum ve toplumun üstündeki devlet kademesinde her şeyin erkek egemenliğine teslim edilmesi ne derece doğrudur? Bu anlayışta; aileyi bir arada tutması gereken, toplum adına kuralları koyup o toplumu yöneten pek tabii ki erkeklerdir. Kadının ikincil planda olduğu, çocuğun ise henüz söz sahibi bir birey olarak görülmediği sistem, şüphesiz ki işlerliğini kaybetmiştir. Görünüşte yasalar ve toplumsal kurallar(töre, gelenek, görenek…) önünde herkes eşit haklara sahiptir ancak işleyiş bunun tam tersini göstermektedir.
Erkek çocuklarının tercih etme meselesi, kız çocuklarına karşı ayrımcılık (örneğin yemek dağıtımındaki ayrımcılık, ev işlerinin bütün yükünün onlarda olması, eğitim, özgürlük ve hareketten yoksunluk) başlık parası, kadına karşı şiddet (örneğin, eşin dövülmesi, tecavüz), eşitsiz ücret, ayrımcı kişisel yasalar, kadına baskı için dinin kullanılması, medyada kadının olumsuz bir biçimde tanımlanması, bütün bunlar ataerkil uygulamaları var kılar. Bir diğer nokta, ikonografi kavramıdır. İkonografi; dinî bir konunun sanat eserine aktarılması anlamına gelse de günümüzde film ve dizilerin arka planda kapalı dinî öğretileri aktarması adına kullanılan bir simgeye dönüşmüştür. Gazete, dergi, radyo, televizyon ve sinema başta olmak üzere çeşitli kitle iletişim araçları vasıtasıyla topluma aktarılan bilgilerin, toplumun sosyal ve kültürel hayatında önemli bir yere sahip olduğu muhakkaktır. Güçhan’ın ifadesiyle sinema da dâhil olmak üzere bütün kitle iletişim araçları adeta “resmî olmayan güçlü bir eğitim kaynağıdır”, bu nedenle de içeriği ne kadar zararsız görünürse görünsün toplumun değer yargılarından, ideolojik ve politik eğilimlerinden uzak değildir(Uzdu, 2016). Bir dinsel öğretinin ve inancın toplum içinde yayılmasında idealize edilmiş kimliklerin(kusursuz, güçlü, ahlaklı, yardımsever gibi özelliklere sahip kahramanların) insanlara sunulmasının etkisi çok büyüktür. Söz gelimi Cumhuriyet’in ilk yıllarını anlatan film ve dizilerde; dinî öğretileri işlerine geldiği gibi kullanıp toplumu yönlendirmeye çalışan kişiler, kadının kimliğini ispat etme, modernleşme önündeki en büyük engel yobaz diye tabir edilen din adamları tam tersi konumda modernleşmeyi simgeleyenler ise idealist öğretmen, doktor ve mühendisler olmuştur. Hollywood filmlerinde dinî öğretiler bu işin neresindedir? Söz gelimi Matrix filminde Neo, bir nevi dünyanın sonu geldiğinde, insanlığı kurtaracağına inanılan bir mesih[1] gibidir. Neo, filmde kendi anlayışının peşinden gelenlere kurtuluşu vadetmektedir. Şeytanın Avukatı adlı filmde insanı kötülüğe sürükleyen Allah tarafından yaratılan şeytandır. Peki, iradesi olan insan o zaman yaptıklarının sorumluluğunu almayacak mıdır? Aslında film, insanın kötü, ahlak dışı davranışlarının asıl sebebinin kendi içindeki şeytan olduğu mesajını vermektedir. Bir diğer önemli nokta ise çoğu filmde erkek ve kadın kimlikleri dışında kimlik sergileyenlerin dinde yeri olmadığı ve sonsuz azapla cezalandırılacakları yönündedir.
Ataerkil sistem ve dinî öğretilerin baskısı altında ezilen toplumda öteden beri var olan kimi sözler ve inanışlar bireyin gerçek kimliğini korkmadan sergilemesinde iki büyük engeldir. “Ne biçim kadınsın, biraz kendine bak; makyaj falan yap”, “Erkeğin, elinin kiridir.” , “El âlem ne der.”, “Çok şükür, oğlumuz bugün erkekliğe ilk adımını attı.”, “Çocuk aklınla karışma sen büyüklerin işine.”, “Erkek adam, ağlamaz.”, “Bu yaşta, hiç utanmıyor musun torunun yaşındakiler gibi giyinmeye?”, “Kadın milletinden korkulur.”, “Bu gençler de iyice terbiyesizleşti.” , “Böyle gelmiş, böyle gider. Sen mi düzelteceksin haksızlıkları? Boş ver, sana dokunmayan yılan bin yaşasın.” ve daha nicesi… Toplum içinde hayatın her anında, her yerde tanımadığımız insanlar, arkadaş dediğimiz insanlar, yakın çevremiz belki de ailemiz tarafından maruz kaldığımız; düşünülmeden söylenen onlarca söz aslında ruhlarımızda tahmin ettiğimizden daha büyük yaralar açıyor. Çocuklar ve gençler bu sözlerin altında kimlik gelişimlerini belki de hep baskılayarak büyüyorlar üstelik sağlıklı şekilde büyümeleri bekleniyor.
Bireyin Kimlik Arayışı
Kimlik, insanın var olma süreçlerinin ayrılmaz bir parçasıdır ve öznenin kurulumunda özneyle simbiyotik[2] bir ilişki içerisindedir. Kültürel birikintilerle şekillenen kimlik, hem özne tarafından yaratılan sosyo-psikolojik bir ana karnı hem de özneyi biçimlendiren bir tür kalıp işlevindedir(Ulusoy, 2020). Esasen toplumda kimliğimizle varız, diyebiliriz. Anne karnında sonsuz bir sevgi ve güvenle anneye bağlı yaşayan bebek, dünyaya geldiğinde de aynı sevgi ve güven ortamını ailesinde ve büyüdükçe de içinde yaşadığı çevrede bulmak isteyecektir. Üzerindeki baskıların artması neticesinde ise bu sevgi ve güven ortamına duyduğu inanç ve bağlılık şüphesiz ki azalacaktır. Bu durum başlangıçta çok önemsenmese de bireyde ciddi psikolojik yıkımlara sebep olabilecek bir süreçtir. Çocuk, doğduğu andan itibaren; taşıdığı cinsiyete uygun davranışlar sergileme, inandığı veya inanmak zorunda bırakıldığı dine uygun davranışlar sergileme, içinde yaşadığı toplumun gelenek ve göreneklerine uygun davranışlar sergileme gibi öğretilerin içinde kendisini bulmaktadır. Kendini sabote etme, kendini yetersiz görme, psikolojideki adıyla “ımposter[3] sendromu” bir duygu durum bozukluğu olduğu gibi kişi bir türlü bulunduğu konumu ve elde ettiği başarıyı hak ettiğini düşünmemektedir.
Ne kadar başarılı olsak da, yardımsever olsak da, içinde yaşadığımız toplumla uyumlu yaşasak da, fiziki olarak kendimizi iyi hissetsek de kitle iletişim araçları ve sosyal medyada bizlere sunulan figürler( geçmişten günümüze destanlarda, halk hikâyelerinde, Marvel filmlerinde, çizgi romanlarda sunulan idealize edilmiş güçlü, güzel veya yakışıklı, cesur kahramanlar…) bireyde kendisinde var olanla yetinmeme hep daha iyisi, daha fazlası var algısının oluşmasına sebep olmaktadır.
Patriyarka, ataerkil anlayış sadece bir sistem değil aslında toplumsal bir yapılanmadır. Yapılanmanın özünde gücün erkek egemenliğinde olmasıyla beraber erkekler-sözde toplum- tarafından kadına biçilen roller geçmişten günümüze birtakım değişikliklere uğrayarak- değişimlerin temelinde feminist[4] hareketler vardır- taşınmıştır. Baskı altında yetişen bir kadın, baskı altında kız ve erkek çocukları yetiştirecek bu baskı sisteminin içine doğan çocuklar da akılsal bir sorgulamaya gitmeyecek, sorgulamaya gidenler susturulacak ve neticede benlik gelişimini tamamlayamayan ne istediğini bilmeyen veya isteklerini sözlü, fiziksel şiddetle dile getiren bireyler toplum denilen mekanizmayı oluşturacaktır. Geçmişten günümüze pek çok coğrafyada ve toplumsal yapıda tarihî ve dinî öğretileri aktarmak adına idealize edilmiş kahramanlar, büyük çoğunluğu erkek, yaratılmıştır. Özünde toplumların toplumsal hafızada yer edinmiş töre adı verilen sözlü hukuk kurallarını aktarma anlayışları da söz konusudur. Esas soru, bu öğretilerin ne kadarı geçerliliğini korumalı ne kadarı ise terk edilmelidir. Ataerkil sistem, bu özelliğiyle erkek egemenliğini ön plana çıkarmasının yanı sıra, erkeklere yüklediği “imkânsız” niteliklerle erkekler üzerinde de yıkıcı etkilerde bulunmaktadır. Erkekler, üreticisi ve sürdürücüsü oldukları bu sistemin kıskacında kendilerini var etmeye çalışmakta, her zaman daha büyük ve “güçlü” olan erkeğin hâkimiyeti altında kendilerinden beklenen ve karşılamaları mümkün olmayan rolleri sergileme zorunluluğuna -kadınlardan farklı bir biçimde de olsa- hapsedilmektedir.
Cinsiyet Bağlamındaki Eşitsizlikler ve Bu Eşitsizlikleri Yıkan Toplum Önündeki Figürler
İnsan hakları açısından her birey-kadın, erkek, çocuk- yasalar önünde de yazılı olmayan hukuk kuralları çerçevesinde de eşittir. Yaşamak ve duygularını, düşüncelerini özgürce dile getirmek ise temel haklardandır. Günümüz dünyasında, erkekler özellikle de kadınlar ve çocuklar sağlık, eğitim, iş hayatı, aile içi ilişkiler kısacası toplumun pek çok alanında eşitsizliklerle yaşamak zorunda bırakılmaktadır.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, sadece biyolojik boyutta açıklanmaması gereken bir kavram olup kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin ve onlar üzerinde yaratılan baskının en büyük boyutudur. “Kadının ve erkeğin sosyal olarak belirlenen rol ve sorumluluklarına toplumsal cinsiyet (gender) adı verilmekte olup gender olgusu toplumdan topluma ve zaman içinde farklılık göstermektedir. Ulusal ve uluslararası düzeydeki güncel politikalar, bireyler arası eşitsizliğe yol açmakta ve oluşan eşitsizlik alanlarında kadınlar daha da eşitsiz konumda bulunmaktadır.
Doğumdan ölüme erkek, erkek olma yolunda ilerlemekte; kadın erkeğin gölgesinde yaşamakta, çocuk aklının ermediği işlere karışmaması gerekecek şekilde yetiştirilmektedir. Yaşadığımız çağda “kadına, erkeğe, çocuğa” toplum tarafından biçilen rollerin dışına çıkmış ve bu bağlamda örnek teşkil etmiş şahsiyetler vardır:
- Hayat arkadaşı Uğur Şahin ile birlikte Covid virüse karşı aşı geliştiren Özlem Türeci,
- Harbiye Açık Hava Sahnesi’nde “Kadından komedyen olmaz.” diyenlere inat gösteri sergileyen ilk kadın komedyen olma unvanına sahip Yasemin Sakallıoğlu,
- İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde bir ilki gerçekleştirerek “Kadınlar için sadece belirli meslekler vardır.” algısını yıkan Kadın İtfaiye Ekibi,
- Dünyanın en başarılı voleybolcuları arasında yer alan A Millî Voleybol Takımı’nın kaptanı Eda Erden,
- “Kadından yönetici olmaz.” diyenlere inat başarılı bir kadın siyasetçi olarak üç dönem üst üste başbakan seçilen Angela Merkel,
- Üç çocuklu bir ailenin anlatıldığı reklam filminde, çocuklarına bakan, ütü yapan bir baba figürü göstererek toplumsal cinsiyet rolünü yıkan Bosch reklamı,
- “Yaş ayrımcılığı ‘ageism’ ” algısını yıkan; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden 83 yaşında mezun olan görme engelli Mustafa Genç, 84 yaşında okuma, yazma öğrenmek adına ilkokula başlayan Kimani Maruge, 89 yaşında sahnede modellik yapan Daphne Selfe ve daha nicesi…
Söz konusu kişiler, işlerinde ve özel hayatlarında gösterdikleri tutum ve davranışlarla toplum tarafından kendilerine biçilen cinsiyete, yaşa ve yaşanılan coğrafyaya dair kalıpların dışına çıkmayı başarmışlardır. Modern toplumda aklın ve cesaretin zorlukları aşmadaki temel iki kaynak olduğu kabul edilmelidir. Üstelik bunların kahramana veya erkeğe, yaşça genç güçlü bir figüre ait olduğu algısı kocaman ve toplum hafızalarından silinmesi gereken bir yalandır.
Tarihteki İlk Feminist Hareket ve Feminizm Kavramı
Toplum tarafından yanlış tanımlanan, ötekileştirme boyutunda kullanılan kavramlardan biri de feminizmdir. Feminizm, toplumsal huzuru bozma, var olan düzen ve sözlü hukuk kuralları(töre) karşısındaki tehditlerden biri olup birtakım sivil toplum kuruluşlarının ya da bireylerin anarşist hareketleri olarak kabul edilmektedir. Peki, gerçekte feminizm nedir?
“Feminizm, Latince’de kadın manasına gelen “femine” kelimesinden türemiştir. Feminizm yaklaşımı, kadınların sadece kadın oldukları için karşı karşıya kaldıkları zorluklar, baskı ve ezilmişlikle ilişkisini inceleyen, sınıf, ırk, ulus, din, dil vs. unsurlarda kadınların yaşadığı sorunları ele alan bir bilim alanı olarak değerlendirilmektedir. Feminizm algısı, ilk olarak 18. yüzyıl’ da İngiltere’de ortaya çıkmış ve 1792’de yayımlanan Mary Wollstonecraft’ın “A Vindication of the Rights of Women”[5] adlı eseriyle de ilk akademik alan içerisine girmiştir.
Sonuç olarak; toplum hafızasında kadın güçsüz, duygusal kimliğiyle yer etmiş; güzel, doğurgan, kısacası ne kadar fayda sağlarsa etrafına o denli kabul görmüştür. Çocuk korunmaya muhtaçtır, gencin kanı deli akar bu sebeple yaptığına akıl sır ermez ona çok da güvenilmez; neticede de tümünü çekip çevirecek olan erkektir algısı genetik ve toplumsal kimliğimizde yer edinmiş ve günümüze kadar taşınmıştır. Bireylerin gösterdiği rahatsızlıklarda fiziki olanlar dikkate alınır da ruhi olanların çoğu görmezden gelinir, şımarıklık diye nitelendirilir hatta çoğu zaman utanılarak yakın çevreden dahi gizlenir. Hâlbuki sağlıklı büyümenin ön koşulu, ruhun da aynı oranda sağlıklı olmasıdır. Şüphesiz ki çağımızın önemli rahatsızlıklarından biri de “ımposter sendromu”dur.
Bir elin de bazen sesi vardır ve birey kendi değişimini başlatmak adına hareket edebilmelidir. Mutlu bir aile tablosu demek; anne, baba, çocuklar demek değildir. Tek başına bir kadın da erkek de mutlu aile tablosu kurabilir. Saygınlık için güzel veya güçlü olmak gerekmez. İyi insan, yardımsever insan, olduğu gibi görünen bir insan olmak yeterlidir. Önce kendimizi sonra da başkalarını dış görünüşleriyle yargılamayı bırakmalıyız. Aynı yerden bakamadığımız, aynı şeyleri düşünemediğimiz, aynı dili konuşup aynı dine inanamadığımız insanlara da aynı gökyüzüne bakan insanlar olduğumuz bilinciyle saygı duymalıyız. Allah’ın bildiğini kuldan da kendimizden de saklamamalıyız. Sevgi ve şiddet, kötülük kavramları yan yana durmaz o vakit, kendimizden ve insanlardan saklamamız gereken yegâne olgu sevgisizliktir. Bugün içinde yaşadığımız dünyaya “sevgisizliğin dilinin” hâkim olmasını istemiyorsak öncelikle gelenek deyip geçtiğimiz aslında gelenekle çok da ilişkili olmayan toplumsal hafızamızdaki kalıplardan kurtulmamız gerekmektedir. Sözlü şiddet de en az fiziki şiddet kadar insanı yaralar. Üstelik insan küçüklüğünde bunlara maruz kalırsa bu durumun tedavi edilmesi o kadar güç olabilir.
[1] mesih: Mesih Hz. İsa (as) için denmektedir. Mehdi ise ahir zamanda gelecek ve deccalın fitnesini önleyecek, Peygamber Efendimizin soyundan gelecek olan zattır.
[2] simbiyotik: ortak yaşam, ortakyaşarlık.
[3] imposter: sahtekârlık.
[4] Feminizm: XVIII. yüzyılda Fransa’da filozoflar ve kadın yazarlarca ortaya atılan ve savunulan, daha sonraki yüzyıllarda her toplumda yandaş bulan, kadının siyasal ve toplumsal haklar bakımından erkekle eşit olması gerektiğini öne süren ve bunu gerçekleştirmeye çalışan akımdır.
[5] A Vindication of the Rights of Women: Siyasi ve ahlaki konular üzerine kaleme alınmış ‘Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi’ isimli eser, feminist eserlerin en eski örneklerinden biridir.