ÖZET
Edebiyat, tarih boyunca kültürün taşıyıcısı ve hazinesi konumunda olmuştur. 18. yüzyılın öncesinde bir şeyin kültürü biçiminde yapılan tanımlar 18.yüzyıldan itibaren tek başına kültürü ele alan tanımlara yerini bırakmıştır. Çalışmamızda da kültürün bu yönünü ele alarak kültüre genel bir bakış yaptıktan sonra metin ve kültür ilişkisine değinilmiştir. Kültür kavramı üzerine kuram üreten birçok filozof, eğitimci, sosyal bilimci ve antropolog bulunmaktadır. Bunların arasından Matthew Arnold, Marx, Marc Iver, Willams Raymond, Wittgeinstein, Sapir gibi Batılı kuramcıların kültür üzerine olan görüşleri, ülkemiz kuramcılarından da Ziya Gökalp’in görüşleri çalışmaya dahil edilmiştir. Araştırmamızın ana karakteri olan Edward Said’e ayrı bir başlık altında yer verilmiştir. Edebiyat alanında verdiği birçok eserleriyle önemli ödüller almış, kendini ne Doğu ne de Batı kültürüne ait gören Said’in kültür hakkındaki görüşlerini daha iyi anlamak adına hayatına genel bir bakış yapılmıştır. Said, edebi metinlerin kültürün aktarıcısı olarak kullanıldığını estetik değerleri kadar altlarında yatan çıkarları anlamanın da önemli olduğunu savunmaktadır. Anlatının önemine dikkat çekerek ufkumuzu genişletmemiz için nasıl ve ne okuyup yazmamız gerektiğine ilişkin sorulara yanıt aramıştır.
Anahtar Kelimeler: Kültür, metin, toplum, Edward Said
GİRİŞ
Kültür kavramı üzerine tanım üreten birçok filozof, eğitimci, sosyal bilimci ve antropolog bulunmaktadır. Kültürün toplumsal yaşamda ve iletişim, sanat, politika, felsefe, bilim gibi birçok alanda kullanılan kavramlardan biri olması kavramın tanımını zorlaştırsa bile yaygınlığı ve geniş kapsamlı olması açısından avantaj olarak değerlendirilebilir. Kültürün tarihselliği, yerelliği, evrenselliği, toplumsallığı ve gelişmişlikle ilişkisi gibi kültürün bu geniş kapsamına dahil edilen farklı tartışmalar vardır. İlk önceleri bir şeyin kültürü biçiminde yapılan tanımlar 18.yüzyıldan itibaren tek başına kültürü ele alan tanımlara yerini bırakmıştır. Kültür öncelikli olarak düşüncenin genel durumu olarak ele alınmış sonrasında toplum içinde entelektüel yapının gelişimi olarak ifade edilmiş, yüzyılın sonlarında doğru düşünsel ve ruhsal yaşam şekli olarak tanımlanmıştır (Oğuz, 2011).
Matthew Arnold, kültürün mükemmele ulaşma uğraşı olduğunu belirtmiş ve insanların birbiriyle uyumlu olarak ulaşacağı mükemmelliğin insanlığı geliştireceğini ve yaşanacak mükemmelliğin toplumu her yönüyle iyileştireceğini savunmuştur. Bu tanımlara göre Arnold’a göre kültür, gayret etmektir. Bu gayret toplumun genelini ilgilendirir, bireyin tek başına veya bir grubun yapacağı bir çalışma değildir.
P.Baurdieu göre yeni kuşaklar kültürel miras tarafından devralınmaktadır. Kültürel miras bu süreçte çok fazla değişime uğramaz. Her daim aynı kalan şey ise kültürün dil ve edebiyat aracılığıyla nesillere aktarıldığıdır. Buradan da anlaşılacağı gibi klasik eserler ait oldukları kültürleri yansıtır ve aktarır. Wittgenstein, toplumda kültürü oluşturan ön şartın dil olduğunu savunmaktadır. Ona göre dil başlı başına bir hayat biçimidir ve toplumsal etkileşimi sağlayan olgu dildir. Sapir’de aynı şekilde kültürel örüntülerin ve sosyal davranışların dolaylı ya da doğrudan bir iletişim şeklini içermekte olduğunu savunmaktadır.
Steandhal’da edebiyatı “toplumun ana caddesine tutulmuş bir ayna” ya benzetir. Edebi metinlerin, toplumun kültürünü yansıtmakta en önemli araç olduğunu savunur. Metinlerin kültür aktarımında en önemli araçlarda birisi olduğu şüphesizdir. Çünkü metinler her dönemde kültür unsurlarının birincil taşıyıcısı ve hazinesi konumundadır. Kültür varlığımızın büyük bir kısmını metinlerimiz taşımaktadır. Kültür varlıklarının metin ile anlatılması onların kalıcı olmasını, nesilden nesile aktarılmasını ve toplumun ortak bir kültür etrafında şekillenmesini sağlamaktadır.
Kültürün tanımı ne kadar çeşitli olursa olsun, bir metin içerisindeki kültüre yapılan referansların algılanması konusunda sorun teşkil etmeyebilir. Burada önemli olan nokta W. Humboldt’un da savunduğu üzere her kültürün kendi simgelerini ürettiği gibi her metnin toplumunun kendi dünya algısından kendi bilgi ve deneyimini kullanarak bahsettiğidir. Bununla beraber Humbolt kültür-metin ilişkisi üzerine yaptığı açıklamalarında “başka bir kültüre ait kültürel simgelerin yine aynı perspektifinden algılanacağı ve ona göre değerlendirileceğini” fikrini ifade etmektedir. Aslında metin aracılığıyla ait olunan toplumun kültürünü yansıtarak toplumun bireyleri arasında kültürlerin tanınması, kabul görülmesi ve yaygınlaşması sağlanmaktadır.
Kültür Kavramına Tarihsel Bakış
Kültür kavramı ilk olarak 15. yüzyılda çiftçilik, doğal büyüme gibi anlamlarda İngilizceye “culture” olarak kullanılmıştır. 16. yüzyıldan sonra kültür kelimesi insan gelişimini de içine alarak anlamı genişlemiştir. Fakat kelimenin en büyük değişimi anlamına yüklenen soyut kavramlardan sonra meydana gelmiştir. Williams Raymond bazı çalışmalarında kültür kavramının insanın eğitilmesi, yetiştirilmesi ve işlenmesi anlamlarında ilk defa Romalı filozoflar Cicero ve Horatius tarafından kullanıldığını belirtmiştir (Özlem, 2000). Cicero’ya göre kültür (cultura animi) “insan nefsinin terbiyesi” anlamına gelmektedir. Günümüzde de kültür kelimesi aynı anlamlarda kişilik sahibi olma, nefsine hâkim olma anlamlarında kullanılmaktadır.
Moles, kültür kelimesinin ilk olarak 1793 tarihli bir Alman sözlükte kullanıldığını iddia ederken; Voltaire tarafından “culture” kelimesinin ilk defa insan zekasının yüceltilmesi ve geliştirilmesi anlamında kullanıldığı, bu kullanımdan sonra 1793 tarihli Alman sözlüğünde “cultur” olarak yer aldığı da söylenmektedir. Galley (2001) çalışmasında kültür kelimesinin soyut anlamlı kullanımının ilk defa 1718 yılında Dictionnaire de l’Academia française’ de yer aldığını ve sanat, bilim, yazın gibi tamlayıcılar ile birlikte kullanıldığını ileri sürer (Akt. Oğuz, 2011).
Özlem (2000) kültür teriminin MÖ. 1. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar tekil kültür anlamında kullanıldığına dikkat çeker ve çoğul olarak kullanılmaya başlanmasının 18. yüzyılın sonları doğru olduğunu belirtir. Willams Raymond, kültür kelimesinin 19. yüzyılın ortalarında yaygınlık kazandığını, yine bu dönemde tekil ve çoğul kullanımları arasındaki farkın daha belirgin olduğunu iddia eder.
Kültür terimi felsefi yaklaşımda ilk defa Herder tarafından kullanıldığını söyleyen Özlem (2000) bu kullanımda kültürün çoğul anlamının daha baskın olduğunu belirtir. Herder, kelimenin çoğul olarak kullanılmasında farklı milletlerin ve dönemlerin kendine özgü kültürlerinden ayrıca bir millet içindeki farklı toplumsal grupların kendine özgü kültürlerinden söz edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Arnold, Herder’in tam tersi olarak Culture and Anarchy eserinde kültürün çoğul ve tekil anlamının birbirinden ayrılamayacağını iddia etmiştir. Tylor ise Herder gibi kültürün çoğul anlamını daha baskın olduğunu savunmuş ve 1871 yılında Primitive Culture ile kültürün çoğul anlamını literatüre sokmuştur.
Kültür kelimesi Alman dilinde 18.yüzyıla kadar “culture” olarak kullanılmış fakat 19. yüzyılda “kultur” olarak uygarlık (civilization) kelimesinin eşanlamlısı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Güvenç (2002) 19. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Fransız ve İngilizlerin kültür kavramı yerine uygarlık kelimesi tercih ettiklerini ifade etmiş ve kelimenin Fransızcada uygarlık kavramının karşılığı olarak geçmesinin 1932 yılında ortaya çıktığını belirtmiştir. Turan (1990) uygarlık kavramının anlamının, batı dillerinde civilisation, doğu dillerinde medeniyet kavramının karşılığı olarak kullanıldığını söyler.
Raymond, kültürün tarihsel gelişiminde üç kullanıma dikkat çekmektedir:
- Manevi, estetik ve zihinsel gelişme süreci
- Bireyin veya toplumun yaşam biçimi
- Sanatsal ve düşünsel etkinliğin ürünleri
Raymond Williams, “sanatsal ve düşünsel ürünlerin manevi, estetik ve zihinsel gelişimin sonuçları” olduğunu belirtir ve üçüncü kullanımının birinci kullanımın bir uygulaması olduğunu ileri sürer (Akt.Oğuz, 2011).
Kültür Kavramının Tanımı ve Kapsamı
Kültür kelimesinin etimolojik olarak kökenini incelediğimizde, Latince tarım manasına gelen “cultura” kelimesinden günümüze geldiğini görmekteyiz. Daha sonraki zamanlarda Batı dillerinde “culture” olarak kullanılmıştır. Kelimenin Osmanlıca karşılığı ise tarla sürme anlamına da gelen “hars” kelimesidir.
Kültür kavramı üzerine tanım üreten birçok filozof, eğitimci, sosyal bilimci ve antropolog bulunmaktadır. Kültürün toplumsal yaşamda ve iletişim, sanat, politika, felsefe, bilim gibi birçok alanda kullanılan kavramlardan biri olması kavramın tanımını zorlaştırsa bile yaygınlığı ve geniş kapsamlı olması açısından avantaj olarak değerlendirilebilir. Kültürün tarihselliği, yerelliği, evrenselliği, toplumsallığı ve gelişmişlikle ilişkisi gibi kültürün bu geniş kapsamına dahil edilen farklı tartışmalar vardır. İlk önceleri bir şeyin kültürü biçiminde yapılan tanımlar 18.yüzyıldan itibaren tek başına kültürü ele alan tanımlara yerini bırakmıştır. Kültür öncelikli olarak düşüncenin genel durumu olarak ele alınmış sonrasında toplum içinde entelektüel yapının gelişimi olarak ifade edilmiş, yüzyılın sonlarında doğru düşünsel ve ruhsal yaşam şekli olarak tanımlanmıştır (Oğuz, 2011).
TDK’de kültür kavramı ilk olarak, “Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü” olarak tanımlanmaktadır. İslam ansiklopedisine baktığımızda “medeniyet” olarak tanımlanan kültür AnaBritannica Ansiklopedisi’nde maddi ürünleri de içerisinde alarak “insan türüne özgü bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesneler” olarak tarif edilir.
UNESCO’nun Dünya Kültür Politikaları Konferansı Sonuç Bildirgesi’nde kültür kavramı “En geniş anlamıyla kültür, bir toplumu ya da toplumsal bir grubu tanımlayan belirgin maddi, manevi, zihinsel ve duygusal özelliklerin bileşiminden oluşan bir bütün ve sadece bilim ve edebiyatı değil, aynı zamanda yaşam biçimlerini, insanın temel haklarını, değer yargılarını, geleneklerini ve inançlarını da kapsayan bir olgu” olarak kabul edilmiştir (UNESCO, 1982).
Matthew Arnold, kültürün mükemmele ulaşma uğraşı olduğunu belirtmiş ve insanların birbiriyle uyumlu olarak ulaşacağı mükemmelliğin insanlığı geliştireceğini ve yaşanacak mükemmelliğin toplumu her yönüyle iyileştireceğini savunmuştur. Bu tanımlara göre Arnold’a göre kültür, gayret etmektir. Bu gayret toplumun genelini ilgilendirir, bireyin tek başına veya bir grubun yapacağı bir çalışma değildir. Aslında Arnold kültürü toplumsal sorunlara ve yaşadığımız zorluklara karşı bir çıkış yolu olarak görür. Bu tanımlardan anladığımız gibi Arnold, mekân ve zamanla ilgili dar düşünmeye karşı çıkar ve kültürel arayışın tarafsız bir çizgide olması gerektiğini savunur.
Marx, kültürü “doğanın yarattıklarına karşılık, insanoğlunun yarattığı her şey” olarak tanımlamaktadır. Marx’a göre kültür her zaman egemen olan sınıfın kültürüdür. Çünkü iktidara sahip olan sınıfın her devirde fikre hükmettiğini savunur. Aslında toplumda maddi gücü yöneten sınıfla entelektüel gücü yöneten sınıfın aynı olduğunu söyler. Bu sebeple ona göre kültür tarihteki birincil kuvvet olamaz. Toplumun politik, toplumsal ve kültürel yapılanması, kültürün gelecekteki gelişimine karar verir. Ayrıca kültür, toplumsal istikrar sağlanması için tarihsel değişimde bir etmen olabilir (Oğuz, 2011)
Marc Iver, kültür unsurlarının önemli bir yönüne işaret ederek kültürün “yaşayış ve düşünüş tarzımızda, günlük hayatımızda, sanatta, edebiyatta, dinde, sevinç ve eğlencelerimizde tabiatımızın kendisi” olduğunu söyler. Thurnwald’a göre kültür, bir insan topluluğundaki sosyal ilişkilerin yapısı, zihniyet ve değerlerdir. İnsanların birlikte yaşarken fikirlerinden ve geleneklerinden ortaya çıkan sistem kültürüdür. Thurnwald kültürün toplumun yaşam tarzı olduğunu savunur.
Ülkemizde kültürü sistemli bir şekilde ilk tanımlayan Gökalp, kültüre hars der. Kültür ve uygarlık arasındaki birleşme, benzerlik ve farklılık noktalarına vurgu yaparak ikisinin de din, fen, ahlak, dil, hukuk, us, iktisat ile ilgili bütün toplumsal yaşayışları kapsadığını söyler. Fakat kültürün ulusal olduğunu, uygarlığın ise uluslararası olduğunu ifade eder. Ülkemizde kültür ve uygarlık ayrımını ilk defa yapan kişi de Gökalp’tir. İkisi arasındaki ilişkiyi inceleyerek tanımlar geliştirmiştir.
Kültür üzerine yapılan çalışmalar günümüze kadar devam etmiştir. Kültür bir tanımın içerisine sığamayacak kadar geniş bir kavramdır. Bu sebeple herkes tarafından kabul edilen bir kültür tanımı ortaya koymak oldukça zordur. Tanım yapan kişilerin yetiştirilme biçimi ve içerisinden geldiği disiplin verdiği tanımın içeriği belirlediği gibi sınırlarını da çizmektedir. Ortaya çıkan tanımlar, geliştirilen açıklamalar değişik yönlerin tanınmasına da olanak sağlamaktadır (Çeçen, 1994).
EDWARD SAİD KİMDİR?
Edward Said 1935 tarihinde İngiliz yönetimi altında olan Kudüs’te Filistinli Hristiyan bir baba ile Lübnanlı Hristiyan annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 1947 yılında ülkesini terk etmek zorunda kalarak ailesiyle birlikte Kahire’de yaşamaya başlamış. İlköğretimi ve liseyi Kahire’de Amerikan kolejlerinde okuduktan sonra lisans ve lisansüstü eğitimlerini Princeton ve Harvard üniversitelerinde bitirdi. 1963 – 1992 yılları arasında Amerika’nın en prestijli okullarından olan Columbia Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. 1976 yılında Harvard Üniversitesi Bowdoin ödülünü, yine aynı yıl Llionel Trilling ödülünü, 1983 yılında da Rene Wellek ödülünü almıştır. 1977 ve 1991 yılları arasında Filistin Ulusal Konseyi’nin üyesi olarak görev yapmıştır. 23 Eylül 2003 tarihinde; yakalandığı lösemi hastalığından uzun ve sancılı bir süreç sonrasında New York’ta vefat etmiştir.
Arap-Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak evinde Arapça lisanı ile konuşan, ilk eğitimini memleketinde batılı okullarda İngilizce olarak tamamlayan, lisansüstü eğimlerini Amerika’da tamamlayan Sait kendini ne doğu kültürüne ne de Batı kültürüne ait olarak hissedememiş olduğu görülmektedir. Otobiyografisine “Dünyalar Arasında” başlığını verdiği gibi hatıratlarından bahseden eserine de “Yersiz Yurtsuz” ismini vermiştir. Ayrıca hatıratlarından bahsederken “Bir İngiliz okul çocuğu gibi düşünmek ve inanmak üzere yetiştirildiysem de, aynı zamanda üstleri tarafından bulunduğu konumu, yani İngiliz olmaya özenmeyecek şekilde de yetiştirildim…Aynı zamanda hem ‘pis Arap’ hem de Anglikan olmak sürekli bir iç savaş içinde olmak demekti” (Kış Ruhu, 2000:17).
EDWAR SAİD’E GÖRE KÜLTÜR
Kültürü olağanüstü çeşitlilikler gösteren çaba alanı olarak gören Edward Said’e göre “kültür” kelimesi iki mana teşkil etmektedir. İlk olarak, her şeyden önce, iletişim, gösterim, gösterim ve betimleme sanatları gibi, en baş gayeleri haz olan ve ekonomik, toplumsal ve politik alanlardan göreli olarak özerklik içinde olan ve genellikle estetik şekillerde var olan uygulamalar anlamını taşır. Tüm bunların içerisinde etnografya, filoloji, edebiyat tarihi, tarih yazıcılığı, toplumbilim gibi bilimsel disiplinlere ait bilgiler hem de dünyanın uzak coğrafyalarına ait bilgi stokları vardır.
Said’e göre kültür kavramının anlaşılması zor gibi görünen, ikinci tamını ise Matthew Arnold’un da üzerinde durduğu, “inceltici ve yükseltici bir öğeyi, her toplumun bildiği ve düşündüğü en iyi şeylerden oluşan dağarcığı içeren bir kavram olmasıdır”. Kültür süreç içerisinde ulus ya da devlet ile birlikte anılmaya başlayarak saldırgan bir tutum sergiler, bu da biraz yabancı düşmanlığı meydana getirir. Sonrasında “biz” ve “onlar” olarak farklılıklar ortaya çıkarır. Bu bağlamda kültür bir kimlik kaynağı olarak aidiyet hissettirir. Son yıllarda kültüre ve geleneğe olan ilginin artması sömürge dünyasında çeşitli dinsel ve milliyetçi akımların ortaya çıkmasına neden olmuştur. (13). Böylece çeşitli siyasal ve ideolojik davalar birbiri ile kavgaya tutuşmuştur. Başkalarının klasiklerini okumak yerine önce kendi milli klasiklerini okumaları gerektiği öğretilmiş. Örneğin Fransız, Hindistanlı veya Amerikalı öğrencilerin aidiyet duygusu içinde, eleştirmeksizin kendi uluslarına hayran olmaları, diğer milletlere karşı kavgacı ve aşağılayıcı olmaları empoze edilmeye çalışılmıştır.(14) bu biçimi ile kültür, insanın kendi kültürüne kayıtsız şartsız tapınmasına, yanı sıra da günümüz dünyasından kopuk ve bu günü aşan bir kavrammış gibi düşünülmesini getirmektedir. Bu da insan ve toplum bilimleri uzmanlarının çoğu için, sömürgecilik, ırkçılık ve kölelik gibi uygulamaların acımasızlığı ve emperyal boyunduruk uygulamalarına girişmiş toplumların felsefesi, şiiri ve romanı arasında bağlantı kurmayı imkansızlaştırıyor. Said bu duruma bir örnek olarak şu ifadeyi kullanır; “Hayranı olduğum İngiliz ve Fransız sanatçılar arasında, “tabi” ya da “aşağı” ırklar kavramına, Hindistan’ı ya da Cezayir’i yöneten resmi görevlilerin büyük bir doğallıkla benimseyip uyguladıkları bu kavrama itiraz edenlerin azlığıdır”(14). Bu kavramlar on dokuzuncu yüzyıl boyunca da geniş ölçüde benimsenmiş ve emperyal amaçlar ile dünyanın pek çok coğrafyasında da olduğu gibi Afrika topraklarının ele geçirilmesini teşvik etmiştir.
Said, Batı’da yapılan şarkiyat çalışmalarının masum bir bilgiden ziyade Batı’nın Doğu üzerindeki hegemonya arzularına hizmet ettiği düşüncesindedir. Bu amacın gerçekleştirilmesi için tarih boyunca olumsuz bir Doğu imajı ortaya konmuş, ilahiyattan filolojiye, edebiyattan güzel sanatlara kadar bu imaj tutarlı ve birbirini tamamlayacak şekilde işlenmiştir(oryantalizm üzerine notlar,ali şükrü çoluk). Batı’ya yollanan ilk misyonların birincil amacının da beyaz adamın yöntemlerini öğrenmek ve metinlerini çevirmek olduğunu belirtmiştir. Doğu’dan Batı’ya gelen hevesli öğrencilere yararlı gördükleri metinler aracılığı ile beyaz adamın kültürünün yanı sıra emperyal hiyerarşi tanıtmak amaçlanmıştı.
Said’e göre metinler kültür aktarımının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Metin okumak ve yazmak ona göre yansız etkinlikler değildir. Eser ne kadar estetik ya da eğlenceli olursa olsun içerisinde çağa hakim olan iktidarın izleri ve devletin etkilerini barındırmaktadır:
“Metinler her kalıba giren şeylerdir; içinde bulunulan koşullarla ve büyüklü küçüklü politikalarla bağlan vardır ve bunlar da dikkat ve eleştiri gerektirir. Tıpkı hiçbir kuramın metinler ve toplumlar arasındaki bağlantıları tek başına açıklayamayacağı ya da anlatamayacağı gibi, kimsenin de her şeyi değerlendirip yargılayamayacağı açıktır. Ancak, metin okumak ve yazmak asla yansız etkinlikler değildir: Yapıt ne denli estetik ya da eğlendirici olursa olsun, peşinden gelen çıkarlar, iktidarlar, tutkular, hazlar vardır. Medya, siyasal iktisat, kitle kurumları -kısacası, çağcıl iktidarın izleri ve devletin etkileri-, edebiyat dediğimiz şeyin birer parçasıdır.”
Edward Said, metin şekillerinden biri olarak özellikle romana önem vermektedir. Romanı kültürel biçim olarak gördüğünden kültürün toplumlarla olan ilişkisini incelemek için aracı olan estetik nesnenin roman olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda, Modern gerçekçi romanın ilk örneği olarak gördüğü İngiliz yazar Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe” adlı eserini Kültür ve Emperyalizm isimli kitabında değerlendirmiştir. Bu eserde beyaz Avrupalının kendi toprakları dışında başka bir coğrafyada kendine yurt yaratmasının rastlantı olmadığından bahseder.
Anlatının önemine dikkat çekmeye çalışan Said, ulusların kendilerini bir anlatı olarak değerlendirmiş, anlatı gücünün başka anlatıları biçimlemekten, gün yüzüne çıkarmaktan alıkoyma gücü olduğunu aynı zamanda kültür ve emperyalizm bağlamında çok önemli bir yere koyarak ikisi arasındaki birincil bağlantı olduğunu savunmuştur.
Said yaptığı roman çözümlemelerinin nedeninin hem okuyucuların yararlanmasını istediği için hem de öğretici çalışmalar saydığını için olduğunu söylüyor. Fakat bunların öncesindeki asıl meselesi romanların emperyal süreçle bağlantılı olmasıdır. Şimdiye kadar romanlarda bu dikkate alınmamış yön konusunda öğrenmekte olduklarımızın, eserlerin kendi toplumlarının sorgulanmamış gerçekliklerinin oluşumuna olan katkısı durumu görmezden gelmemize yol açmaktan ziyade okuma ve anlama yetimizi somut bir şekilde arttırdığını savunur.
Said’in Batı’nın Doğu’yu yönetmek için farklı alanlardaki metinler söylem olarak ele aldığını savunurken Doğu hakkında eserleri olan birçok yazarı da zan altında bırakır. Said’in açısından baktığımız zaman, Batılı olmayan hakkında yazılmış he metnin kendisinde olmayanı manipüle etmek için dışlamakta ve denetimi altına almaktadır. Yazarların amacı, Doğu’nun gizli kalmışlığını masum bir şekilde ortaya koymak değildir, tam tersine Doğu üzerindeki hakim gücün söylemini zihinlere empoze etmektir.
Foucault da söylem kavramı için “Doğu hakkındaki bilgi ile Doğu üzerindeki güç arasındaki ilişkiyi tanımlayacağı bir araç” ifadelerini kullanmıştır. Foucault’un ön plana çıkardığı “söylemsellik” tartışmaları Said’e Batı’nın Doğu’ya egemen olma sürecini tanımasına yol göstermiştir. Bu sebeple Said gerek gördüğünde Foucault’un bazı yönlerini almış, bazı yönlerini ise eleştirmiştir (Eren, 2013).
SONUÇ
Çalışmada Edward Said’in kültür hakkındaki görüşlerini ortaya koymaya çalışılmıştır. Kültürü olağanüstü çeşitlilikler gösteren çaba alanı olarak gören Edward Said, karşılaştırmalı edebiyat ve eleştiriyi kültür çözümlemesine dâhil etmiş, farklı alanlardaki oryantalizme tek bir “metin” olarak yaklaşmıştır. Ona göre metinler kültürün taşıyıcısıdır. Metin çözümlemesi, her şeyden önce onu oluşturan ve konu ettiği her şeye egemen olan “söylem” çözümlemesini içermektedir. Foucault ve Nietzcheci felsefeden bilgi ve iktidar modeli oluşturarak, toplumun dil yapılarının egemen olan iktidar tarafından kullanıldığı tezini ortaya sunmuştur. Batılı söylemin mutlak metinler üreten imgesel bir Doğu kavramını yarattığını savunmuştur. Bununla beraber Batının baskı aracı olarak kullandığı metinleri yapı bozumcu bir analizle incelemiş ve iktidar- metin ilişkisinin devamlılığını sağlayan bilgi kalıplarına nasıl dönüştüğünü anlatmaya çalışmıştır. Said bu çerçevede Foucault’nun, bilgi/iktidar modeli kapsamında hem hakikatin ne olduğu tarzındaki sorulara cevap aramış hem de metinlerin söylem kavramına odaklanır. Geleneksel oryantalist çalışmaların kavrayışının çok uzağında bilgi/iktidar alanına hitap eden bir tavır geliştirmiştir. Halkların ideolojisinden iktidarın ideolojisine doğru genişleyen hareketi Gramsci’nin hegemonya kavramında açıklığa kavuşturur. Aynı zamanda emperyalist güçlerin devamı olarak nitelendirdiği oryantalizmin, temsil mitleriyle Doğu üstünde kurmaya çalıştığı kültürel tahakkümün metinlerdeki işleyiş tarzını tahlil eder.
Sonuç olarak Said, kitapları yalnızca verdikleri haz için değil, emperyal sürecin bir parçası olarak, şimdiye kadar dikkate alınmamış yönlerini keşfetmenin, eserleri kendi toplumlarının oluşumuna katıldıkları için onları tahlil etmenin okuma ve anlama yetimizi somut bir biçimde arttıracağını vurgulamıştır. Metinlerin sadece kendi evveliyatını değil ardıllarını da oluşturduğunu ifade etmiş ve büyük kültürel metinleri okumamızı zenginleştirip onlarla kültürler arasında bağlantılar bularak ortaya koyduğumuzda yararlı işler yapmış olacağımızı söylemiştir.
Ufkumuzu genişletmek için nasıl ve ne okuyup yazmamız gerektiğine ilişkin soruları sorup yanıtlamamız gerekmektedir. Çünkü metinler her kalıba uyum sağlayan şeyleridir. İçlerinde bazı politikalar barındırırlar ve bunları anlamak dikkat gerektirir. Bu durum hiçbir kuramın metinler ve toplumlar arasındaki bağlantıları tek başına anlatma gücünün olmamasına ya da bir kişinin her şeyi değerlendirip yargılayamayacağına benzer. Fakat Said’e göre metin okumak yansız etkinlikler değildir, onların peşinden gelen çıkarlar mutlaka vardır.
KAYNAKÇA
Coşkun, Z. (2019). “Oryantalizm, Edward Said ve Sanat Tarihinde Değişimler”. Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2(3).
Eren, G. “Edward Said: Oryantalist Söylem Analizinin Metodolojik Temelleri”. Yayınlanmış Doktora Tezi. Erzurum 2013.
Oğuz, E. (2011). “Toplum Bilimlerinde Kültür Kavramı”. Edebiyat Fakültesi Dergisi, 28(2).
Özlem, D. “Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi”. Notos Yayınları. İstanbul 2015.
Said, E. “Dünya Metin ve Eleştirmen” Metis Yayınları, İstanbul 2006.
Said, E. “Kültür ve Emperyalizm”. Hill Yayın, İstanbul. 1993
Said, E. “Oryantalizm: Sömürgeciliğin Keşif Kolu”. Pınar Yayınları, İstanbul 1982.
Williams, R. “Kültür ve Toplum”. İletişim Yayınları, İstanbul 2017.